Gündüzleri yıldızların aşağı
düştüklerine inandırdım kendimi. Güneş itiyor onları gök uçurumdan.
Sineğin kanatlarına ip bağlayıp
bahçede dolaştırıyorum, geçmiyor hislerim. Bu kötücül hisler. Yüreğimi baştan
başa işgal eden hisler. Duygularımın güncesi.
Yer çukuruna düş kırıntılarım
sığmıyor. Gökkuşağına bulaşıp karalıyorlar yedi rengi. Gök hep kızıla çalan morla
kaplı ufka değin. Sürükleniyor yağmur damlaları rüzgârda. Kırılıyor ellerimde,
yakınlarım kâbus dengi.
Bu sene, bütün sineklerin
kanatları ufacık. Organik sinek hiç kalmamış sanki.
Tabağı çatallayınca gerisin
geriye üzerime sıçrayan bordo renkli boğaz kesikleri, göz yuvaları, dil
yırtıkları, kopuk şeytantırnakları. Parmak yarıkları. Siz. Siz oradasınız.
Masanın üzerine serdiğim naftalin kokulu beyaz örtünün üzerine bulaşan kan
damlasında.
Gözyaşında bile tuz eksik bu
çapsız düzende. Korkularda bile yer yok karanlığa. Süte etlerimi doğrarsam mayalanır
mı?
Dökülüp giden, yağmurla ve rüzgârla
sırlanan, karla yusyumuşaklaşıp güneşin keskin berraklığıyla çatallaşan
binaların kuzey cephelerine ne demeli? Orada, üçüncü kattan beşinci kata iğde
örüyor dert karıncaları. Çalışkan.
Pamuk şeker kanar mı şekersiz,
renksiz? Toprağa hangi rengi ekeceksin, hangi keder ahenksiz?
Sokakta yürürken bir anda karşıma
çıkan iki ev. Kırmızı kapılar. Kapılar üzerinde birbirine paralel üç sarı
daire. Tuğla duvar. Tonoz. Cilasız tahta panjurlu pencere. Paslı demir su oluğu.
Boşluğa çivilenen umutlarım…
Zümrüdüanka hüznüyle yeniden
doğmaya ne kadar dayanacak z? Rüzgâr r, umut u, yalan y. Hangi gerçek g?
Duygularım nehir olup akarken,
okyanusa kadar izledikleri yolda tozanlarımı da taşıyorlar yanlarında. Okyanus
bulanık ve kirli. Durgunlaştığında dibe çöken ve dipte tortulaşan dünya
duyumum.
Kızılcık şerbeti damlıyor kurduğum cümlelerin damarlarından.
Döşeme harf ölüleriyle kaplı artık.
Döşeme harf ölüleriyle kaplı artık.