12 Ağustos 2012 Pazar

Arkana bakmadan

Otobüsten indiği, adımını yere attığı anda, içinde bir şeylerin kırıldığını, yüreğinin burulduğunu hissetti. Her uzun yolculuğun dönüşünde bunu hissederdi. Ya da bu şehre dönüşünde. Her seferinde kanlı lanetler yağdırırdı gökyüzüne, sulu küfürler savururdu bakışlarıyla çevresine. İstisnasız her defasında olurdu bu, kendi de alışmıştı. Buraya duyduğu tutku yerini nefrete bırakmıştı çoktan. Her sokakta karşısına çıkan seyyar satıcılardan, hurdacılardan, selpak satan yaşlı teyzelerden, yüzlerinde kire bulanmış gözyaşı biriktiren ilkokul çocuklarından nefret ederdi. Acı çeken insanlar aklına geldiğinden, onlar için derin bir hüzün duyduğundan, böyle hissederdi. Nefret ederdi ki düşünmek, unutmak kolay olsun. Nefret, bilinç altını işgal eder nasılsa, bedene sıra sıra nifak tohumları eker, oysa mutluluk bilincin üst katmanlarında gezinir daima; tesiri az ve kısa ömürlüdür, emanet durur hissedende. Bavulunu aldı şimdi arabanın bagajından. Bavul dediği de küçük bir el çantasından başka bir şey değildi. 

Otogar insanları...Birilerini geride bıraktıkları hissi veriyordu bakanda. Otogarın bekleme salonuna gözü kaydı hemen. Hınca hınç doluydu. Bir halk otobüsünün orta sırasından farksızdı adeta. Bekleme salonunun sakinleri yola çıkacak olmanın, daracık bir otobüs koltuğunda uzun bir yolculuk yapacak olmanın verdiği stresten konuşacak güç dahi bulamıyordu. Herkes bir şeyi meşgale edinmişti. Aklında kim nereye gidiyor oyunu oynamaya başladı. Acaba televizyonun karşısındaki koltukta oturan mavi gömlekli genç adam nereye gidiyor? Ya dalları yapraklarını tartmayan çiçekle oynayan şu sarı etekli kıza ne demeli? Bastonlu amca nereye gidiyor yalnız başına? Hepsi ayrı renkte bir bavulla düşmüş yola. Her renk ayrı bir duyguyu simgeliyor belli ki. Kırmızı, sıcak bir yer arayışı; mavi, deniz kıyısında bir kulübede ferahlama isteği; yeşil, ormanda yahut göl kenarında bir eve çekilme arzusu; siyah, küskünlük ve yüz üstü bırakılma belki de. Kim bilir neler geçiyor kafalarından bu yolculukla ilgili? Umut mu terk ediliyor, yoksa umuda mı yol alınıyor? 

Onun için daha zor bütün bunların üstesinden gelmek. Kimin elinden tutacak içine yitip gitme korkusu dolduğunda? Olasılıkların tümü birden gidip geliyor zihninin bir köşesinde. Dışarıdan bakıldığında öyle mutlu görünüyor ki. Üst katmanlarda mutluluk hüküm sürüyor. Korku, tedirginlik, tereddüt hep aşağısı, bilincinin alt katları. 

My blindness, Judith Redman

2 Ağustos 2012 Perşembe

Sabah Yolculuğu

Arkeolojik kazıdan dönüyorum. Zihnim açık, yarı baygın otobüste yatıyorum. Şimdiden İstanbul'un sıcağına teslim olmuş hissediyorum kendimi. Şu iki hafta çok zor geçecek. Aklımda hep o boşluk var. O boşluğun içi aşkla kuşatılmış, sevgiyle, yeniden yaşamakla, yeni bir hayatla, ılık rüzgarlarla. Elleri gül kokuyor sevgilimin.

Uyandığımda arabalı feribota yaklaştığımızı görüyorum. Öyle ya denizi hep sevdim ben. Deniz bana onu hatırlatıyor. Zihnimin bir köşesi hep ona ait. Hep o uzanıyor orada olanca hafifliğiyle. Sayesinde bugünün pazartesi olduğu dahi aklıma gelmiyor. Ne güzelmiş sevmek. Böyle olduğunu biliyor muydun? diye sorarken buluyorum kendimi yine. Evet, bilmiyormuşum diye cevaplıyor iç ses. Bir iç ses, bir dış ses. Sonra nefes almaya çalışıyorum, derinden çekiyorum nefesleri. Birazdan sigara yakacağım ve her şey olağana yakın bir seyirde gidecek. Trafik yoksa 2 saate İstanbul'da olurum. 

Sonra feribota bindiriliyor otobüs. Feribot devrilecek diye ödüm kopuyor. Ölmekten neden bu kadar korkuyorsun? diye sorarken yakalıyorum bu sefer zihnimi. En aciz anlarımı kolluyor hep. Zayıf olduğum anlarda geliyor, şuraya yerleşiyor. Şuraya derken sol kulağımın arkasından bahsediyorum. Oraya yerleşip kötü şeyler fısıldıyor. Ondandır sürekli müzik açıktır evde. O sesi bastırmak için. Allahım ölmek için çok gencim, diye fısıldanıyorum koltuğun bir köşesinde araziden arta kalan zamanlarda karıştırdığım şiir kitabını okurken. Şiir kitabı demişken, Cemal Süreya'yı çok severim ben. Bir hafta boyunca en çok aklıma gelen de Cemal'di orada. Hani diyor ya 'Adam yıldızlara basa basa yürüdü, çünkü biraz evvel yağmur yağmıştı'. Benimki de o misal. Ayaklarımın altına hep yıldızlar serili. Başka bir şey düşlemiyorum pencereden dışarı bakarken.

Ona gelince, hayatım boyu yaşadığım, büyüdüğüm, sokaklarında aylak aylak gezdiğim, şarkılar söylediğim, deli gibi sarhoş olduğum şehir, dertsiz tasasız İstanbul, seni sevmiyorum artık. Hayatımın geri kalan kısmında küçük bir sahil kasabasında yaşamayı senin kollarında anıların çağırdığı acılardan kıvranarak ölmeye yüz bin defa tercih ederim. Zalimsin sen, acımasızsın, umursamazsın, hayat dolusun her şeye rağmen. Ne çok kızıyorum her saniye hayat dolu olmana vapur dumanınla, iskele rüzgarınla, balık ekmeğinle, gevrek simidinle, tedirgin martılarınla, ferah sahil yollarınla. Gerisi bahane.

Belki de hep O'nun kollarında kalacağım. Ütopyalar güzeldir ne de olsa.