16 Kasım 2014 Pazar

Uyku Cini

tutuksuz bir dokunma öncesi
durakalan göl dalgası
dilinin ucuna değen
sıfatsız fiiller
yıkık dökük fırlıyor yerinden
bıçakla dayanıyor
tavanın en kızgın yerine
parmak izleri alazlanıyor
kirpik lekesi dudaklarında
gaipten sessizlik
vakitsiz sokak gürültüsü
zihnimin önünde perdeler
başından sonuna terz yüz
yaralı damar irkiltisinde
ilkel basamaklara
modern batıl inançlar
uğursuz uykucu
kapıyı kapat
içeri soğumasın.




12.11.2014, 22.28


8 Kasım 2014 Cumartesi

Ayın Suskun Hali

Yapma çiçekler bıraktı
uzak köşelerime
fikirsiz düşler
tekinsiz gülüşler
döşedi
kollarımın
en ince yerine
bilemedim
yenilmek değilmiş
güle suskun düşüşler
hangi merdivene
yaş dayadıysam
sükutumu altın
varaklı darbelerle
sesledi
hükümsüz
kimlikler serüveninde.


Kirpik ucundan düşürdüğün
kudretti yapraklar
üzerindeki damlacıklar
içine hapsedip
göğe saldığın
taklacı güvercinlerdi
çoktan vuruldular
bir yurtsuz kaplumbağa gibi
dönüp dururken
Hisar
sahilinde
lacivert.

Fanny Diaz, Dark Blue

27 Ağustos 2014 Çarşamba

Yanılgının Beş Yalın hali

Ahşap merdivenleri koşa koşa çıkmak olur bilfiil yatağa mahkûm olan bir yatalak hastanın arzusu. 

Koridorlarca yürüdü, yürümenin tadını unutmuştu, gri koridorlarda dikkatini dağıtan başka bir şey yoktu, yürüme işine odaklandığından sadece yürüme işini düşünüyordu, yürümekten başka bir şeye kaymıyordu gözleri. Gözlerini kapattığında daha iyi yürüdüğünü fark etti, bir adım ötesi uçurum da olsa azgın bir nehir de olsa tırabzansız bir merdiven de olsa yürümeyi sürdürecekti. Boşluğa adım atmak ne zamandır istediği şeydi. Boşlukta yürümenin keyfine vardığında çoktan ölmüş olabilirdi ama ne önemi vardı. Kuantumu delmek herkesin cesaret edemeyeceği bir şey olmuştu. Ya karada olup ayakları yere basa basa işkenceci oksijen zulmüyle yaşayacak ya da şeffaf geçirgen iletken bir tabaka üzerinde hiçliğin duvarlarıyla arzu tenisi oynayacaktı. Sahi arzu nesnesi ne demekti?

Hayatında hiç aşkı tutamamış bir insanın arzusu, yine yeniden aşık olmaktır sıcak ufuklarda.

Kafasını kaldırıp önünde uzanan denizin manzarasını kesen ağaç dallarına baktı, aklından bunu en son ne zaman yaptığı geçiyordu, başka hiçbir şeyi düşünemez olmuştu son zamanda. Bileğindeki ince bilekliğe baktı, çantasındaki kaçıncı el olduğunu bilmediği kitaba baktı, çantasına baktı, sol ön cebindeki cep saatini yokladı, yanında yöresinde olan, tuttuğu, dokunduğu, varlığını hissettiği her şey eskilerden kırık notalar damıtıyordu zihnine. Sahi arzu nesnesi ne demekti?

Bir kentzedenin aklında kurduğu firkete düşler arzusu, dünya döndükçe atmosferdeki basınca karşı koymak, kendi elleriyle kumdan kaleler inşa etmektir. 

Yengeçlerin döne döne suyun yüzeyine tutunmaya çalıştığı bir denize kıyı olan küçük bir kasabada saman sarısı bir deftere anılarını yazmakla işe başladı. Hayatının sayfalarını çevirdikçe yüzüne acı tatlı anıların aksi düşüyordu. Yirmili yaşlarının sonlarında geldiği bu yer bir yeni yer arayışına çözüm olmuş ancak içindeki yeni yerler bulma isteğini sonlandırmamıştı. Olsa olsa hafiflemişti yüreği. Hayatına anlam kazandırmak için şeker domatesler ekiyor, bahçesinde kaz besliyor, her sabah gün doğumunda serçelere bayat ekmek atıyordu. Sebzeler tazeydi, meyveler tazeydi, içtiği su tazeydi, çekirdekler tazeydi burada. Daha evvel hiç olmadığı kadar. Belki de cennete en yakın sahil burasıydı. Yine de dinmek bilmiyordu kızıl ufuklara yolculuk etme arzusu. Sahi arzu ne demekti?

Mersin balığının altın sarısı havyarına dokunmak olur bir ıssız kıyıda sulara ağ sallayan fakir balıkçının arzusu.

Gözlerine ağı çalınan bir esir olduğuna inandırdı kendini, bu kıyılarda Antik Yunan zamanlarında esir alınan korsanların gözlerine ağu çalınır, köle pazarlarında satılırdı, parmağındaki yara izine baktı, bu topraklardan ona kalan yara izinden başka bir şey değildi, asabileşen ruhuna boylu boyunca açılan kesikleri saymazsak. Korkuyla cesaret arasında titreyen elleriyle tuttu sandalın kenarından, tek bir adımla bir celsede bindi, yeni bir dünyanın tropik ormanlarında ılık yağmurlarda ıslanmak arzusuyla. Sahi arzu nesnesi ne demekti?

Bir eski zaman seyyahının şimdiki zaman arzusu, geçmişin tozlu raflarına yeni reçel kavanozları dizmektir.

Kentin banliyölerinden birinde yürürken duvarlarda yıllar evvelinden kalma ilanlar, İstanbul'un gazinolar dönemini yansıtan artist resimleri, Yeşilçam’daki porno film furyasından izler taşıyan film afişleri gördü. Ne kadar zamandır orada olduklarını kestiremedi. İnsanlar hakikaten bir zaman çok sevdiği, ulaşmayı istediği, üzerinde egemenlik kurmak için yanıp tutuştuğu bir şeyi bir zaman sonra solmaya, sararmaya, ölmeye terk ediyordu. Tıpkı o dönemlerde bu mahallede yaşananlardan sonra mahallenin akıbetinin baştan aşağı değişmesi gibi. Öncelerde kalburüstü sayılan bu yer zamanla kenarın da kenarına itilmiş, bir başınalığa bırakılmış, değnekçilerin cirit attığı bir yer halini almıştı. Sahi arzu nesnesi ne demekti?

Yaşarken asla sormamıştı bu soruyu kendine. Sadece yaşamayı diliyordu o zamanlar. Akıma ayak uydurmak, bedenini hafifçe akıntıyı şiddetlendiren girdabına bırakmak, başka maskelerle başka arzular düşlemek daha çok mutlu ediyordu onu. Bütün bunlar zihnindeki kalın surlara topyekun saldırırken, elini uzattı, sağ koluna yakın duran çakmağı alıp sigarasını yaktı. Son bir gayretle.


Paul Gauguin, Whence Come We? What Are We? Whither Go We?

3 Ağustos 2014 Pazar

Bir anlığına duraksayıp düşünüyorum

Biliyorsun
Karşıdaki ilk tepenin ardında
bizi çağıran liman
ilk tepenin ardı
Bizim ilk öpüşümüz
denizin kıyısına
çağırıyor bizi
şimdi
Olympos Dağı’nın
kutsanmış eteklerindeyiz
Karşıya bak
yelkenliler hücum ediyor
alaca güneşe ufukta
İlk öpüşümüz
gökyüzünün yaprağa dokunduğu yerde
duyduğum ritimlere eşlik ediyor
doğanın kendiliğinden
dans edişi değil mi bu?
Kafanı yukarı kaldır
bakışlarını ağladığın yerde
ebruli kıyamet bölüyor
ortadan ikiye
göz aydınlığımızı
lime lime kesiliyoruz
İlk öpüşümüz
aklıma geldiğinde
coşkun bir ırmağa dönüyor
damarlarımın içinde akan
soluk benizli ihtiyar
İlk öpüşümüz
sürahiden bardağa dolan
suyun akış hızı kadar
kimse ne denli ani olduğunu
kestiremiyor
Bizden başka.

The Kiss, Edvard Munch

1 Ağustos 2014 Cuma

Pencerenin önünden geçiyorsun

şiirden bir duvarın önünde 
oturuyorsun
huzurlu sözcükler 
koyuyorsun
duvardaki çatlakların arasına.
duvarın kıyısından
sedir ağaçlı 
bir bahçeye bakıyorsun
sedir ağaçları 
sana bakıyor
göğe uzanıyor
ellerinden tutuyor
seni bana getiriyor
senden başkası 
nasıl tutsun dallarından
iğne yapraklı ağaçların
kim direnir yalnızlığa 
ürkekçe bu denli
yalnızlığı kim tüketir
sarı sedir ağaçları arasında.



Van Gogh, Cedar Trees