28 Aralık 2012 Cuma

Morfin

Duvarları karton parçalarından, çatısı metal artığından doğma derme çatma yere adım atar atmaz üzerimdeki yorgunluğun boyut değiştirdiğini hissediyorum. Yer dedim, ev demeye bin şahit lazım çünkü. Başkaları yuva der yaşadıkları yere. Yuva dediğin sıcak olur. Bunu diyenler gelsin de kentin uzak bir tepesine inşa ettiğim şu viranelikte yatsın bir gece şu kasım soğuğunda. Saatlerdir ötelediğim, küçük bir şişe yağmur suyuyla aşağılara itmeye çalıştığım açlık hissi de buna eklenince pek bir çekilir değil. Sabah yola çıkarken ağzıma tıkıştırmak zorunda kaldığım, tadını alamadan, damağımda hissedemeden, doygunluğa ulaşamadan yuttuğum, dar boğazımdan aşağıya inerken kurumuş damarlarımı bir güzel yırtan, boğazımda sanki kedi tüyü yutmuşum gibi bir his bırakan, kibrit kadar peynirle yapılmış ince dilim ekmekli sandviç. Yediğim bundan ibaret. Üstelik şehrin arka sokaklarındaki konteynırlarda bulunan çeşitli kartonları, metal artıklarını ve plastik şişeleri toplamak için çöp kamyonlarıyla yarışmam da cabası. Cebimde bir şişe yağmur suyuyla. Teneke çatının açıklığına dizdiğim çöpten alma ufak saklama kaplarında biriken yağmur suyuyla. Şu halde içtiğim suyu doğa anaya borçlu olduğumu söyleyebilirim. 

Daha güneş doğmadan yola koyulup gecenin bir körü hepi topu üç saatlik bir uyku uyumaya dönüyorum yaşadığım yere. O zamanlar kaldığım yerlerde yaşıyordum diyor ya şair. O misal. Ellerim soğuktan kıpkırmızı kesmiş. Neredeyse kan çanağına dönmüş vaziyetteler. Normalde gözler döner ya kan çanağına, ellerden duymaya alışık değiliz bunu. Ama gözlerim gibi ellerim de kan çanağı, nar çiçeği, vişne bahçesi. Sağ taraftaki ayakkabı topuktan vuruyor ayağıma. Gün boyu çıplak ayak tabanımda öyle bir ağrı vardı ki en acı sözcükler hafif kalır yanında. Günün yarısını topallayarak geçirmek zorunda kaldım. Gerçi daha az enerji harcayıp açlık katsayımı biraz düşürmüş olabilirim bu sayede. Oluşan ağrı mantığıma üstün geliyor şu anda. Düşünürken zorlanıyorum. O derece.

Sırtımdaki sepete doldurduğum karton, metal ve plastik artıklarını bir kenara bırakıp gün boyu uzanmanın hayalini kurduğum yatağa geçiyorum. Yine kartondan yaptığım yatağıma. Açlığı ve yorgunluğu geçiştirmenin yolu biraz hayal kurup uyuklamaktan geçiyor. Önce kızarmış tavuklar servis ediliyor. Bir yanda en güzel şaraplar, diğer tarafta türlü çeşit şeyin olduğu meze tabağı geliyor sofraya. Bunları medeni birer insan gibi yavaş yavaş, sindire sindire, doya doya yedikten sonra dibinde şerbetin göllendiği şerbetli tatlılarda sıra. Üstü kat kat fıstıkla süslü, yanında taptaze kaymakla servis edilen şerbetli tatlılar. Sokak köpeklerinden korumak için karton duvarlardan birinin dibine gömdüğüm kırık saklama kabındaki kurabiye artıkları gözümün önünde canlandığında bu hayaller tuz buz oluyor anında. Birkaç gün önce konteynırların birinden karton alırken rastladığım doğumgünü kurabiyeleri bunlar. Şansıma tazeydi hepsi. Hakikaten kaç yıl olmuştu doğum günü kutlamayalı? Devlet yurdunda bile doğum günü kutlanırdı çocukların. On üç yaşındaydım oradan kaçtığım yaz son doğum günüm kutlandığında.

Bunları düşünürken uyuyakalmışım. Ne bileyim aklımdan son geçen düşüncelerin bunlar olacağını? Bilsem, başka neler düşünmezdim ki. Üç sokak ötede gördüğüm fırfırlı etek giymiş kızı düşünürdüm son kez pekala. Belki yurtta aynı odada kaldığımız can dostum Ahmet gelir, sohbete dalardık son kez. Açlık hissi her şeyin önüne geçmişti yine, son defa. Birkaç gün sonra aç kalmış sokak köpekleri kırık saklama kabını gömülü olduğu yerden çıkarıp içindeki ıslak kurabiyeleri yiyecekti ben yiyemeden. Ama günahını almayalım hayvanların. Mahallenin bekçisine onlar gösterdi yerimi. 

Soğuktan donmuş vücudumu bulduğunda yüzümde derin bir gülümseme varmış. Öyle anlatıyordu Bekçi Abi Naciye Ablaya. Arada sırada bana ekmek alırdı Naciye Abla. Bir ekmek ne yapacak diyeceksiniz. Gücü bu kadarına yetiyordu kadıncağızın. Üç tane çocuk büyütmek kolay mı bu ülkede? Zaten herkesin aşağı yukarı bu kadarına yeterdi gücü o mahallede. Annemi babamı hiç tanımadan öldüm ben. Poyrazda güz yaprağı olup toprağa düştü bedenim.


Fotoğraf: Şevket Şahindaş

21 Aralık 2012 Cuma

Gece Yürüyüşü

Kafasını kaldırıp gökyüzüne baktığında bir şeylerin yolunda gitmediğini fark etti. Gökyüzü kan kırmızısına boyanmıştı. Tek bir mavi bulut yoktu. Yorgun omzuna değen güçlü bir rüzgarla irkildi. İrkilmesiyle havanın iğne gibi batan soğuğunu yüzünde duyması bir oldu. O anda evrenin sesini duymak da mümkün kılındı sanki. Keskin bir uğultuydu duyduğu. Metalin sürtünme sesini andırıyordu. Sonbaharda ve kış geldiğinde yaprağın titremediği ağaçlar şimdi kalkıp sokağı işgal edecekti. Her an köklerinden kurtulacak izlenimi veriyorlardı. Dallar rüzgarın şiddetiyle yere değiyor, sonra aniden yukarı doğru savruluyorlardı. Dallardan kurtulan yapraklar önce sokağın parke taşlı zeminine saçılıyor, sonra rüzgarın ahengine ayak uydurup binaların sırılsıklam cephelerine ve gerisin geriye yolunmuş ağaçlara çarpıyorlardı. Parlak bir ışık vardı her yanda. Görülenleri bulanık kılmaya ve gözleri uyuşturmaya yetecek denli yıpratıcı bir ışık. Binalar, temellerinden sökülecek kadar yıkıcı bir sarsıntıyla sallanıyorlardı. Her bina hemen bitişiğindeki diğer binayı sarsıyor, titreşimler omuz omuza uzanan bütün binalarda kolayca fark ediliyordu. Bu saatlerde çoğu zaman işlek olan sokakta koyu bir gölgenin dahi olmaması ürkütücü gelmişti. İşin ilginç tarafı hiçbir evin ışığı da yanmıyordu. Kış gecelerinde bile geç saatlere değin kalabalık olan, restoran ve küçük kahvehanelerin dolup taştığı sokakta an itibariyle in cin top oynuyordu. Sokağın bitimindeki elektrik direğinin aydınlattığı o küçük boşluğa gelene kadar en ufak bir canlı kıpırtısı gözüne ilişmedi. Sokağın bu hali kendini evrenin en yalnız kişisi ilan etmesine yetti. 

     Van Gogh, Yıldızlı Geceler

25 Kasım 2012 Pazar

Rüyayla hayal arasında

Gözlerini açtığında biraz evvel neler yaşadığı hakkında hiçbir fikri yoktu. Ama tanımadığı, daha önce gelmediği bir yerde olduğunun farkındaydı. Çevresinde duyduğu seslerin keskin bir pırıltıyla uzayıp kısaldığını sanıyordu. En azından öyle hissediyordu uyandığından beri. Tori Amos'un şarkılarında çıkardığı tınılara benzer sesler uçuşuyordu havada. Ne hafif ne de ağırdılar. Sesler üzerindeki yoğun baskıyı yumuşatıyor, sesler ruhunun derinliklerinden gelen keskinliği köreltiyor, sesler kaygıları buza çevirip paramparça ediyor, kaybediyordu, sesler... Sanki uyandığı ilk andaki gibi değildi geldiği yer şimdi. Şeyler daha güzel görünüyordu. Kafasını kaldırdığında yıldızlarla kaplı bir tavan gördü yukarda. Yere düşen yağmur taneleri gibi doluşmuştu yıldızlar tavan arasına. Kaldırımlara düşen yağmurlar kadar temiz ve açıktı gök. Sonra bunun rüya olduğunun ayırdına vardı ve kafasını terden sırılsıklam olmuş yastığa koyup kaldığı yerden devam etti hayallerine. Rüyalarını hayalliyordu. Belki de hayallerini rüyalamıştı. Buna uyanınca karar verecekti. Hatırlarsa şayet. 

Marc Chagall, Dream

21 Kasım 2012 Çarşamba

Şimdi biz seninle...

Karşı kıtayı boydan boya arşınlayan bulutlara bakakalıyorum öylece. 

Sözcükleri seçerken ne kadar dikkat ettiğime şaşar oldum. Geçtiğim bunca karanlık koridordan, yorgun yürüdüğüm uzun dönemeçlerden sonra, sözcükleri bir araya getirip cümleler kurarken, zihnimin içinde sabaha değin oynaşan harfleri nasıl bu kadar özenle yan yana koyup güzelce seslediğimi, sesler olduğumu hayretle izliyorum. Aylarca, hatta bir seneden biraz daha fazlaca bir süre için hayallerimi ertelemeye mahkum olan, her gün yeniden yaşamak ıstırabına katlanan, sevmelere niyetlenip yalan sevişmelere varan ben şimdi bütün evren içimde kıpırdanıyormuşçasına adım atıyorum bu dingin boşluğa. Zihnimde bu denli hızlı yer etmene hayret ediyorum. Olanca küfürle susturduğum masum serçelere odamın camını açıyorum şimdi. Bir sonraki gün hangi sürpriziyle ortaya çıkacak diye merak ediyorum doğayı. Ağır rutubet kokan kent sokaklarında çam okulu ormanların ferah kokusunu duyduğuma yemin edebilirim. Hiçbir şeyin keyfimi bozmasına izin vermeden, sonuna değin duyuyorum sevmeyi rengin binbir tonuna göz kırpan göğü izlerken. Geçtiğim caddelerin kaldırımlarında sevginin izini sürüyorum. Sonunda odama götürüyor beni o yol. 

Düşünüyorum da, gökkuşağı nasıl da odamdan yansır oldu sayende.

Şimdi biz seninle..

Gel, çiy tanem, uzanalım serin çimlere.

Summer Evening, Edward Hopper

15 Kasım 2012 Perşembe

Bir dakikalık kaygı duruşu

Sabah yine sana açtım gözümü. Karanlığı alışkanlık edinmiş küçük ve rutubetli odamın bir duvarını boydan boya kaplayan yatağımdan kalkmayı hiç istemeden uyandım bu sabah. Ayağımı yatağın dışına uzatmaya dahi üşeniyordum. Bunaltıcı gecelerini sevmediğim o günlerin sabahında beni sarıp sarmalayan ağır bir yorgunluk vardı bedenimin her yanında. O ter içinde uyandığım sabahlar geldi hemencik aklıma. Yazdan önceki o lanet sabahlar. 18 haziran gününden iki hafta önceye kadar hayatımı boka çevirmeye yetmiş olan sabahlar. Kayıp gitme duygusunun hakim olduğu, keskin bir paranoyaya yenik düştüğüm o tedirgin sabahlar vardı zihnimin bana yakın kıyısında. 

Komodinin üzerindeki bardakta bekleyen üç günlük sudan bir yudum aldım. Üç günlük dünya neyse, üç günlük su da o benim gözümde. Kafamın içindeki yılgınlığın parkeye akması birkaç dakikayı aldı. Üç günlük sudan ne beklersin? Uyuşuk beynimin serinleyerek ana geri döndüğünü hissedebiliyordum yavaş yavaş. ''Yavaş ol'' diyordu bir ses. İç ses değildi bu. Kulaklarımla duyuyordum söylenenleri. ''Onu hatırla ve gülümse şimdi. Bak, nasıl da seviyor seni'' diye bir cümle çıktı öncekinden sonra. Ağzımdan çıkanı kulağım da duyuyordu. Duyması daha iyiydi sanki. Anlama, alımlama süresini kısaltıyordu sözcüklerin ağzımdan çıkarken gece boyu kuruyan dudağıma değerek odanın darlığına karışması. ''Neden haksızlık ediyorsun ona?'' diye çıkıştı bu sefer içerideki. İçerideki kim, dışarıdaki kim diye sorma fırsatını bile bulamadan bir kez daha yankılandı sözcükler odanın nemden ıslak duvarlarında: Günaydın! Seslerin içimde bir yerlere değip titreşmesinin ardından oluşan, evrimini tamamlayan güve misali kozasından çıkan ve dışarıya akan aksak bir yolu izleyen her harfin kaba sıvanın altındaki yıllanmış tuğlalara çarptığını duyabiliyordum. 

''Seni kırdıysam özür dilerim'' diye mırıldandım kendi kendime. Kendimi -evet, bu doğru- demekten alıkoyamadım. Ayağımı yere bastığım andan itibaren soğuk zemin vücuduma karıncalarıyla saldırmaya başlıyordu aniden. Acımasızca. Hiç yılmadan yaptı bunu o kurşuni soğukluk. ''O soğukluğu hak ettin sen'' dediğini duyar gibiydim bana surat asan odanın. ''Kırdıysam özür dilerim diyeceksin'' emretti bana. Diyemedim. Ben de af dilendim. 

Girevska, Apologize

12 Ağustos 2012 Pazar

Arkana bakmadan

Otobüsten indiği, adımını yere attığı anda, içinde bir şeylerin kırıldığını, yüreğinin burulduğunu hissetti. Her uzun yolculuğun dönüşünde bunu hissederdi. Ya da bu şehre dönüşünde. Her seferinde kanlı lanetler yağdırırdı gökyüzüne, sulu küfürler savururdu bakışlarıyla çevresine. İstisnasız her defasında olurdu bu, kendi de alışmıştı. Buraya duyduğu tutku yerini nefrete bırakmıştı çoktan. Her sokakta karşısına çıkan seyyar satıcılardan, hurdacılardan, selpak satan yaşlı teyzelerden, yüzlerinde kire bulanmış gözyaşı biriktiren ilkokul çocuklarından nefret ederdi. Acı çeken insanlar aklına geldiğinden, onlar için derin bir hüzün duyduğundan, böyle hissederdi. Nefret ederdi ki düşünmek, unutmak kolay olsun. Nefret, bilinç altını işgal eder nasılsa, bedene sıra sıra nifak tohumları eker, oysa mutluluk bilincin üst katmanlarında gezinir daima; tesiri az ve kısa ömürlüdür, emanet durur hissedende. Bavulunu aldı şimdi arabanın bagajından. Bavul dediği de küçük bir el çantasından başka bir şey değildi. 

Otogar insanları...Birilerini geride bıraktıkları hissi veriyordu bakanda. Otogarın bekleme salonuna gözü kaydı hemen. Hınca hınç doluydu. Bir halk otobüsünün orta sırasından farksızdı adeta. Bekleme salonunun sakinleri yola çıkacak olmanın, daracık bir otobüs koltuğunda uzun bir yolculuk yapacak olmanın verdiği stresten konuşacak güç dahi bulamıyordu. Herkes bir şeyi meşgale edinmişti. Aklında kim nereye gidiyor oyunu oynamaya başladı. Acaba televizyonun karşısındaki koltukta oturan mavi gömlekli genç adam nereye gidiyor? Ya dalları yapraklarını tartmayan çiçekle oynayan şu sarı etekli kıza ne demeli? Bastonlu amca nereye gidiyor yalnız başına? Hepsi ayrı renkte bir bavulla düşmüş yola. Her renk ayrı bir duyguyu simgeliyor belli ki. Kırmızı, sıcak bir yer arayışı; mavi, deniz kıyısında bir kulübede ferahlama isteği; yeşil, ormanda yahut göl kenarında bir eve çekilme arzusu; siyah, küskünlük ve yüz üstü bırakılma belki de. Kim bilir neler geçiyor kafalarından bu yolculukla ilgili? Umut mu terk ediliyor, yoksa umuda mı yol alınıyor? 

Onun için daha zor bütün bunların üstesinden gelmek. Kimin elinden tutacak içine yitip gitme korkusu dolduğunda? Olasılıkların tümü birden gidip geliyor zihninin bir köşesinde. Dışarıdan bakıldığında öyle mutlu görünüyor ki. Üst katmanlarda mutluluk hüküm sürüyor. Korku, tedirginlik, tereddüt hep aşağısı, bilincinin alt katları. 

My blindness, Judith Redman

2 Ağustos 2012 Perşembe

Sabah Yolculuğu

Arkeolojik kazıdan dönüyorum. Zihnim açık, yarı baygın otobüste yatıyorum. Şimdiden İstanbul'un sıcağına teslim olmuş hissediyorum kendimi. Şu iki hafta çok zor geçecek. Aklımda hep o boşluk var. O boşluğun içi aşkla kuşatılmış, sevgiyle, yeniden yaşamakla, yeni bir hayatla, ılık rüzgarlarla. Elleri gül kokuyor sevgilimin.

Uyandığımda arabalı feribota yaklaştığımızı görüyorum. Öyle ya denizi hep sevdim ben. Deniz bana onu hatırlatıyor. Zihnimin bir köşesi hep ona ait. Hep o uzanıyor orada olanca hafifliğiyle. Sayesinde bugünün pazartesi olduğu dahi aklıma gelmiyor. Ne güzelmiş sevmek. Böyle olduğunu biliyor muydun? diye sorarken buluyorum kendimi yine. Evet, bilmiyormuşum diye cevaplıyor iç ses. Bir iç ses, bir dış ses. Sonra nefes almaya çalışıyorum, derinden çekiyorum nefesleri. Birazdan sigara yakacağım ve her şey olağana yakın bir seyirde gidecek. Trafik yoksa 2 saate İstanbul'da olurum. 

Sonra feribota bindiriliyor otobüs. Feribot devrilecek diye ödüm kopuyor. Ölmekten neden bu kadar korkuyorsun? diye sorarken yakalıyorum bu sefer zihnimi. En aciz anlarımı kolluyor hep. Zayıf olduğum anlarda geliyor, şuraya yerleşiyor. Şuraya derken sol kulağımın arkasından bahsediyorum. Oraya yerleşip kötü şeyler fısıldıyor. Ondandır sürekli müzik açıktır evde. O sesi bastırmak için. Allahım ölmek için çok gencim, diye fısıldanıyorum koltuğun bir köşesinde araziden arta kalan zamanlarda karıştırdığım şiir kitabını okurken. Şiir kitabı demişken, Cemal Süreya'yı çok severim ben. Bir hafta boyunca en çok aklıma gelen de Cemal'di orada. Hani diyor ya 'Adam yıldızlara basa basa yürüdü, çünkü biraz evvel yağmur yağmıştı'. Benimki de o misal. Ayaklarımın altına hep yıldızlar serili. Başka bir şey düşlemiyorum pencereden dışarı bakarken.

Ona gelince, hayatım boyu yaşadığım, büyüdüğüm, sokaklarında aylak aylak gezdiğim, şarkılar söylediğim, deli gibi sarhoş olduğum şehir, dertsiz tasasız İstanbul, seni sevmiyorum artık. Hayatımın geri kalan kısmında küçük bir sahil kasabasında yaşamayı senin kollarında anıların çağırdığı acılardan kıvranarak ölmeye yüz bin defa tercih ederim. Zalimsin sen, acımasızsın, umursamazsın, hayat dolusun her şeye rağmen. Ne çok kızıyorum her saniye hayat dolu olmana vapur dumanınla, iskele rüzgarınla, balık ekmeğinle, gevrek simidinle, tedirgin martılarınla, ferah sahil yollarınla. Gerisi bahane.

Belki de hep O'nun kollarında kalacağım. Ütopyalar güzeldir ne de olsa. 


13 Temmuz 2012 Cuma

tek isteğim

eylül ayının başları

bir sahil kasabası 


bir kır evi
bir taş oda


ılık rüzgara teslim bir veranda

yanımda sen.

Tablo: Yangyang Pan



11 Temmuz 2012 Çarşamba

Gezi tutkusu


Balkan havası almak lazım, gidip görmek lazım hüzün ve neşenin yarenlik ettiği sonsuz melodi cennetini.

10 Temmuz 2012 Salı

Yasak

Sevişmeyin.

Sev-
      iş-
          mey-
                 in.

Gökyüzündeki bulutlar imler sizi.

Gök-
       yüzü-
              nü
                 bul,
             unut.
          im
     ıssız,
sızı.

Yasaklara direnen kaç kişi kaldı?

Yas-
       ak,
            diren,
                    kaç,
                          kal.

Yüzünü yukarı çevir de bir bak.

                          Yüz
                   aşağı
            bakı-
      yor.

Damlalar düşüyor yerlere ufak ufak.

Damlar
       düşü-
               yor
                    yere,
                          un
                             ufak.

Not: Deneysel bir çalışmadır. 


Tablo: Betwa Sharma

3 Temmuz 2012 Salı

Aşık bir adam

Yüreğime hapsettim seni önce. 
Odalarda, duvarda seslerin... 
Nefesimde yol izlerin. 
Güneşi geceye indirdim, gün doğumunda sen varsın diye. 
Bilemedim, güneyde bir kıyı kasabasına varmış yolun. 
Çöl rüzgarlarını çağırdım ben de eli belinde balkona. 
Şimdi kokuna hasretim. 
Gözyaşlarını ipek mendilimde kurutup saklıyorum hala. 
Bedenlerimiz kenetlendiğinde kokuna değmişti o mendil. 
Her gün bir başka gözyaşı bağışı yapıyorum doğaya. 
Kadınlığına şahit kılmıştım bütün evreni. 
Bulutlar örtü olmuştu bedenimizde. 
Yapraklar mühürlemişti aşkı o ana. 
Toprakta filizleniyordu çocukluğumuz. 
Özlüyorum seni dilimden dökülen her harfle yine yeniden baştan başa. 
Menekşe yaprağıydı sanki tenin, ay gibi parlaktı bedenin. 
O yasak elmaya uzanmamış mıydık birlikte? 
Nerede düşleri çapsız kılan elin?
Ey ilham, bensizken ne renksin? 
Erguvana dokunan gök mavisinde misin? 
Çiçeğe aldanan sarıda, göğe küsen kızıl yeşilde, toprağa dadanan koyu kahvede misin? 
Yoksa denizi biçen arsız kırmızı sen misin? 
Artık eminim: Anım, nefesim, soluğum sensin. 


Gustav Klimt, The Kiss (Öpücük)

11 Haziran 2012 Pazartesi

yalın şiir

geceye türküler bıraktım.
sinende biten güldüm
senden önce
kendime ıraktım

ışığa doğu
ışına doğru

bu kadar yalın.


10 Haziran 2012 Pazar

Ölü evi

Azımsanamayacak kadar ölmüşüm
Azımsanamayacak denli ölüyüm... 

Geliyorlar, bu evde doğan yeni bir ölümü görmeye; koşarak, düşe kalka yuvarlanarak, sürünerek... Nasıl olursa olsun; görmek için bu eski dostlarının yeni cesetlerini ve göstermek için kendi dirimlerinin kıvılcımlarını geliyorlar. Ölüm sessizliği, toz ve küf kokan evden ayrıldıktan sonra seviniyorlar canlıyız diye.

Nilgün Marmara


9 Haziran 2012 Cumartesi

Yaşamanın neresindeyiz?

Yaşamım boyunca içimi kemirttiniz. Evlerinizle, okullarınızla, iş yerlerinizle, özel ya da resmi kuruluşlarınızla içimi kemirttiniz. Ölmek istedim, dirilttiniz. Yazı yazmak istedim, aç kalırsın, dediniz. Aç kalmayı denedim, serum verdiniz. Delirdim, kafama elektrik verdiniz. Hiç aile olunmayacak bir insanla bir araya geldim, gene aile olduk. Ben bütün bunların dışındayım. Şimdi tek konuğu olduğum bu otelden ayrılırken, hangi otobüs ya da tren istasyonuna, hangi havaalanı ya da hangi limana doğru gideceğimi bilmediğim bu sabahta, iyi, başarılı, düzenli bir insandan başka her şey olduğumu duyuyorum.
Tezer Özlü



7 Haziran 2012 Perşembe

sabah düşleri

göğsüne yasladı onun terli göğsünü. sırılsıklamdı bütün bedeni. yastık, saçlarından akan ter taneleriyle buluşup ıpıslak olmuştu. elleri tuzluydu terden. yüzünde ter tomurcukları birikmişti. onun bedeni kokuyordu elleri. teninde onun kokusu. gözlerinde onun gözü vardı vardı. dilinde onunki...göğüs uçları sertleşirdi hemen. iniltileri kulağında duyardı. nefes alış verişi hızlanırdı. içi ıslanırdı. bacakları titrer, baldırında istemsiz kasılmalar olurdu. dudaklarını öyle dişlerdi ki...kıpkırmızı kesilirdi dakikasında. gözleri kapalı olurdu hep. elleriyle çarşafı sımsıkı kavrardı. sımsıkı...saçları terden sırtına yapışırdı. omzuna değdikçe irkilirdi. yine yine tahrik olurdu gece boyu.

sabahın altısında uyandığında ortalık aydınlanmıştı çoktan. kediler gece avından dönüyordu. köpek çeteleri sokakları kolaçan ediyordu. çiçekler başını göğe doğru kaldırmaya başlıyordu. sabahçılar geçiyordu yokuştan bakkalın camlarına yansıyan akislerini  süzerek. 

bu sabah düşüne uyanmıştı. yanında kimse yoktu. oda sessizdi. duvarlarda nefes sesleri yoktu. kilit olmuştu aynalı dolap kapakları. 

gökyüzü su yeşiline çalıyordu. 

                      Morning Dreams, Susan Martin Spar 

31 Mayıs 2012 Perşembe

düşlere veda

gün doğumu ektim uzak göç yollarına
kuş yuvalarına sürüldü bedenim darmadağın 
ırgatlar hayallerimi biçti susuz tarlalardan
gözeleri işgal edilmiş yamacında bu dağın


Village Road, Paul Cezanne 

29 Mayıs 2012 Salı

geceye şiir


topraksı bir arayış peydah oldu 
artık umutlar besledim geceye
duldalara yenik düşen yüreğim küle döndü 
geçmiş ile geleceği bölerken hece



Death Paintings, Fred Einaudi 

27 Mayıs 2012 Pazar

kente güzelleme

duymak güzeldir
nemli rüzgarlar
oynaşırken
pencere pervazında


umarsızca
yelken açmaya 
benzer
baharat kokulu diyarların
bulutsu duyarlığına


yedi kat 
cenneti aşar
gökyüzünde
umutları arşınlayan
uçurtma


şimdi
yasak patikalarda
düşler sığmıyor içime
yıldız kümesi 
bu kent
uzanıyor
tepelerden sonsuzluğa.


The City, Debra Hurd

26 Mayıs 2012 Cumartesi

öğle vakti

Vapur karaya yanaştı. Binmek için sırada bekleyenler inmeyi bekliyordu şimdi. Elinde meyve dolu kese kağıtlarıyla sıranın kendisine gelmesini bekliyordu o da. Gözlerinde keskin bir pırıltı vardı. Ağır metale çalıyordu dalgalar.

ara güler

5 Mayıs 2012 Cumartesi

gündüz düşleri



Elindeki kitap üstündeki ince pikeden aşağı kayıp yere düşünce, uyanmak zorunda kaldı. Etrafına bakındı. Her gündüz uykusunun sonunda olduğu gibi ''Neredeyim ben?'' diye sordu kendine. Hemen anladı, yine üç uykusuna yatmıştı. Üç, atlatması güç. Her gün bu vakitlerde uyku bastırıyor, dinmek bilmiyordu. O da çareyi kafasını yastığa koyup uzaklara dalmakta buluyordu.

Bugün başkaydı. Başka bir gündü bugün. Gözlerindeki çapakları eliyle kabaca temizledi. Yüzünü yıkamaya bile üşeniyordu. Üstündeki ince pikeden sıyrılarak indi. Beton zemin ılıktı hala. Ayağı yerle temas ettiğinde oluşan o hoş ılıklık hissi bütün bedenine yayıldı. Ayaklar en hassas uzuvlardı vücuttaki. En kalın deriye sahip olsalar da... Karşı pencerede batmakta olan güneşe gözleri takıldı. İçeriye kızıl ışınlar hücum ediyordu. Gölgesi duvara düşmüştü. Koltuğa dayanarak ayağa kalktı. Yavaş adımlarla pencereye doğru yaklaştı. Ahşap pervazlı pencereyi açtı. Ellerini pencere pervazının iki tarafına koydu, bedenini pencerenin altındaki alçak boşluğa yasladı. Güneş kentteki evleri yetim bırakarak ayrılıyordu. Kendisinden başkasını umursamıyordu, güneş. Birazdan Kuzey Afrika kıyılarından da elini eteğini çekecekti. Karşı kıyıda oryantalin en oryantali Fas vardı. Sıcak rüzgarlar esmeye başlayınca nasıl kahve kokusu dolardı kent meydanına. Bu kentte yaşadığı günden beri, beyaz yapılar, Emevilerden kalma birkaç cami, kilise ve katedralin çevrelediği kent meydanı gelirdi hemencecik aklına. Keşke her şey bundan ibaret olsaydı. Kimsenin kentteki yapıların birbirlerine olan aşkından haberi yoktu. Mağribi kızla Hristiyan gencin aşkı vardı katedral ve cami arasında. Asla kavuşamayacak iki sevgiliydiler onlar. Kentin meydanındaki fıskiyeler ile bulutlar arasında da bir aşk vardı. Bulutlar asla eğilmeyecek, fıskiye de serin dudaklarıyla öpemeyecek, bulutlara yüz süremeyecekti. Öyle bir düzeni vardı işte bu kentin. Bunları düşünmek ona acı veriyordu. Besbelli kendinden başka bunu düşünen de yoktu. 

Güneş karşı kıyıya ulaştığında, yarımadadaki ışıklar da sönmeye başladı. Evler sokağın başından itibaren  üçerli beşerli ışıklarını kapatıyordu. Derin bir kaybolmuşluk hissine sarıldı. Bundan başka neyi vardı? Bu esrarlı kentte, bu kırık talihli kentte başka neyi düşleyebilirdi? Ya gündüz düşlerine teslim olacak ya da bulutların izinde Mağribi kızı görmeye gidecekti. Hiç kavuşamayacak olsalar da bulutları izleyerek kendine yol çizmek hoşuna gidiyordu. 

''Bulutlar dünyayı geziyor, bulutlar yaramın üzerindeki pamuk'' diye düşündü karşı karayla aralarına giren sonsuz dalgalı deniz gözüne çaldığında. ''Göğü sepetine toplayan/kadın saçları karanlığa/dolaşık.'' 

not: tablo, edward hopper'a aittir. 

30 Nisan 2012 Pazartesi

histeri günlüğü



hızla kapadı terden sırılsıklam olmuş telefonu. yüzündeki hayret ifadesiyle öyle kalakaldı. aklından bin bir düşünce geçti. öyle hızlı geçiyordu ki düşünceler bıraksan kırda özgür atlarla yarışırdı. kafasını kaldırdı, gözleri tavanda kilitli kaldı. perdeden süzülen ışık tavana değince yıldızları andırmıştı. değişen ne oldu? diye düşünmekten alamadı kendini. bu kaçıncı günah? kaçıncı yasak öpüş konmuştu dudağına? kaçıncı güldü burnunun derinlerine sızan? kaçıncı gözdü gözüyle oyaladığı? sayılamayacak denli fazla.


elindeki telefonu bir kenara bıraktı. koltuğun yanındaki yuvarlak fiskos masasının üstündeki abajurun aydınlattığı küçük anahtarı aldı eline. odasındaki çekmecenin anahtarıydı bu. acele etmeden ayağa kalktı. koridorun öbür ucundaki odasına doğru yürüdü. sanki sabah vapuru iskeleden ayrılıyordu. öyle ahesteydi ki adımları. içeri girdiğinde oda savaşta bombalanmış dresden kentini andırıyordu. kitapların ölü bedenleri etrafa saçılmış, kıyafet yıkıntıları dağlar oluşturmuş, kalemler mermi bataryaları gibi yerde uzanıyordu. içindeki ölü kentin yıkıntılarını andırıyordu bütün bunlar. sek sek oynayan kız çocuğu dikkatiyle atladı üzerinden hepsinin. odanın sol köşesindeki çalışma masasının çekmecesine uzandı. anahtarı kilide soktu. ilk çevirişte açılmadı. yıllardır açılmayan kilit sıkışmıştı. hafifçe bastırıp çevirdiğinde açılmasını bildi bu sefer. içinde özenle yerleştirilmiş şekilde duruyordu her şey. tıpkı annesinin bıraktığı gibi. günlükler bir köşede, birkaç şiir kitabı öbür köşede, ortada bir köstekli saat, altın kolye, bakır rengi anahtarlık. başka da bir şey yok zaten. 

günlüklerden birini kaptı. elini toz kokulu defterin kenarına sürterek rastgele bir sayfa açtı. Tarih: 11 Aralık 2008. Yer: Kadıköy'de bir otel odası. ''Bugün hava çok güzeldi. Yazdan kalmış gibiydi sanki. Gökyüzünde tek bulut yoktu. Evren beni böyle uğurlamayı seçti sanırım. Artık takatim yok. Annemin salıncakta salladığı çocuk bedenim şimdi erimekte olan bir kadının aynadaki yansımasından ibaret. Her geçen gün yeni bir acıya gebe aklım. İçinde koşturan bir çocukluk var. Dışarıda gürültüsüz bir pazar var. çoğu aile daha yeni kalkıp kahvaltı yapıyor. Bana bak bir de. Acı doyurdu beni. Dünya ayaklarımın altından kayıyor artık. Ellerim bende değil. Başkalarında sanki. Ellerimi ben kontrol edemiyorum. Zihnimde başkaları var sanki. Beni yazmaya zorluyor dakikalarca. Bu da oldu işte. Gidiyorum.''

günlük dört sene öncesine aitti. bedeni günlerce evde çürümüştü. sonraları etrafa yayılan kokudan yokluğunu fark eden komşuları kapıyı bir çilingire açtırıp içeri girdiğinde bahçe katındaki dairenin orta yerinde öylece kokuşmuş bedeniyle karşılaştılar. kırık balkon camından giren sokak kedileri patileriyle gözlerini oyup göz akını çoktan mideye indirmişti. ağzının içinde kurtlar gezinmeye başlamıştı. 

ölmeden önce tek bir düşünce vardı aklında. sessiz sedasız zihnini iğfal eden kötülükten arınmak. beyni kuşlara yem olduğunda, gözleri oyulduğunda, karnına kurtlar doluştuğunda ne geçti eline? yaşarken acılarla kıvranan eti şimdi dış güçlerin akınına uğruyordu. herkes büyük lokmayı midesine indirme telaşındaydı. 

oysa ona annesinin histeri günlüğü miras kalmıştı. 

23 Nisan 2012 Pazartesi

boşluk hissi


Yüzüne damlayan soğuk suyla kendine geldi. Tuvaletin zemininde kıç üstü oturuyordu. Derken ikinci damla düştü yüzüne. Kafasını kaldırıp tavana baktı. Tavan akıtıyordu. Üçüncü damla. 

Beyaz kireçle sıvalı duvardan iki eliyle tutunarak ayağa kalktı. Gramofon sesinin geldiği kırmızı odaya doğru arşınlarken buldu kendini. Odaya gelince, tek hamlede gramofonu durdurdu. Ev sessizliğe gömüldü. Gömülmek derken öyle gömülmek değil. Pencereleri kapatan perdeyi iki kenara çekti. Odaya ışık doldu. 'Işık dolsa kaç yazar, feci kokuyor' diye geçirdi aklından. 

'Ankara'da olaylı gün, iki ölü, üç yaralı' 

Gazetenin manşetinde aynen böyle yazıyordu. Görünüşe bakılırsa aylar önceden planladığı Ankara gezisi çok da istediği gibi gitmemişti. Sokak lambaları yanıyordu. Sabahın altısıydı, yine de güneş doğmamıştı. İstanbul'dan alışık değildi buna. Ne de olsa, saat 5 demeden güneş doğardı kışın şehirde. Acele etmeden üstüne uzun kollu kazağını giydi. 

Balkon kapısı açıktı. Odanın köşesinden bakınca dışarının karanlığı görünüyordu. Karanlıkta birkaç evi seçebiliyordu. Belki bu sefer zor olacak dedi içinden. Hep iç konuşma. Konuşacak başkası olmayınca, iç konuşmaya mahkum olursun böyle. Bu da iç konuşma. İç-ama-konuş-ma. 

Balkon kapısına yanaştı. Kente son bir kez baktı. Ankara ancak kent olabilir. Şehir mehir olamaz. Baksana bizim mahalle kadar evde anca ışık yanıyor. Balkon duvarının dibine geldi. 9. kat. Beynini yere vurduğunda  aniden dağılacak. 3-5 saniyelik acı. 3-5 saniyeye karşı 42 yıllık ömür. Dile kolay. 42 sene. 

Gökyüzünü son kez selamladı. 

...

O sabah karısı uyandırmak için geldiğinde, eşi çoktan ölmüştü. Gözlerini mavi tavana dikmişti. Sağ elinde Yakup Kadri'nin Ankara romanı vardı. Cep telefonunda 42 cevapsız arama. Başucundaki tabakta da 3-5 portakal kabuğu. 

Ölmek derken, o anlamda ölmek değil. 

19 Nisan 2012 Perşembe

gidenlerin türküsü


'Ölmüş' diye haykırdı telefonda. Ölmüştü. Bir zamanlar öyle severek bahsettiği, sonra arkasına bile bakmadan tek gecede terk ettiği ölmüştü. Garip olan, yaşanılan bunca şeye rağmen bir türlü onu zihninden silmeyi başaramamasıydı. Evet, halen seviyordu onu. Ayrılıktansa ölüm daha acı geliyordu. Çünkü daha gerçekti ölüm. Ayrılık yalnızca suretinin silinmesi demekti. Ölüm kalpte açık bir yara bırakırdı. Ölüm her anlamda yitiklikti. Ölüm, fiziksel ve ruhsal çöküntüye eşlik eden bir boşluk hissiydi. Ölüm, gözlerini kapadığında aklına gelen onca şey arasından 'ona' ait imgelerin bir bir azalmasıydı, belki de kendini daha da güçlü hissettiğin üç beş saniyelik bir tutulma anından ibaretti ölüm, buranın zamanıyla değil, ışık zamanıyla düşün. Ölüm ardından seslendiğinin geri dönüp bakmamasıydı muhtemelen.

Yere uzandı. Burnunun ucundan halıya akan zamanı düşündü. Tuzlu, kesif bir ter damlasıydı zaman. Halıfleksin sırtında bıraktığı izlerle birlikte doğruldu. Sırtında yerden bir parça taşıyordu. Soğuk betonun vücuda değdiği anda ürperen bir kıl yumağını andırıyordu sırtı. Odanın köşesinde kendine dahi hayrı olmayan elektrik sobasına doğru yaklaştı. Ne hikmetse üzerine astığı çorapları kurumuş, odaya yumuşak bir çiçek kokusu yayılmaya başlamıştı. Altından üstünden soğuk giren pencereye doğru yanaştı. Sigara dumanı grisi perde aralıktı. Hafifçe titriyordu pencere eşiğinden giren serin rüzgarda. 'Bahar geldi, havaların daha derdine bak' diye düşündü. Geçen hafta suyu kaybetmişti. Üç ay ödemezsen kaybedersin tabi. Doğalgaz gideli dört ayı geçmişti. Yalnızca elektrik. İnsan ilişkilerini sürdüren şey de elektrikti. Yazar burada cinas yapmak istemiş. Biz de sesimizi çıkarmayalım madem.

Pencerenin yanından ayrılıp apartman boşluğuna bakan arka odaya gitti. Üst kattaki çiftin 'gece eğlencesi' bütün apartman boşluğunda yankılanıyordu. Varsın duyulsun, bize ne diye düşünmekten kendini alamadı. Odanın ortasındaki kararmış karyolaya uzandı. Beton zemin üzerine gelişigüzel bırakılmış bir karyola, iki haftalık nevresim takımı, dört haftalık yastık. Bu odayı gerçek kılan şey iki ve ikinin katlarıydı. O da olmasa sekizinci katta yaşamak çekilir olmazdı ki. Üzerini örttü. Işığı kapatmasına gerek kalmamıştı, zaten uzun zamandır ampul dahi yoktu odada. En nefret ettiği şey yataktan kalkıp ışığı kapatmaktı. Yatak bir anda buz keserdi. Sırtı sıcak, yatak soğuk.

Üç dört saatlik akşamüzeri uykusundan uyanınca kendini doğruca mutfakta buldu. Belinden düşen, lastiksiz pijamalarını eliyle ikide bir yukarı çekiyordu. Kahvaltıda kuru ekmek ve çay vardı. Ekmeği taze kılmanın yolu elektrik sobasında ısıtmaktan geçiyordu. Çoraplarını kenara çekip ekmeklere yer yaptı soba üzerinde. İki dakika geçmeden ekmekler mis kesti. Şimdi çiçekle karışık ekmek kokusu sarmıştı bütün odayı. Rutubet kokusu da vardı, ama burnu öyle alışmıştı ki duymuyordu artık. Alışma duyarsızlaşma.

Odada köhneliğin provasını yapıyordu eşyalar. Vitrin, İkinci Dünya Savaşı Berlin sokakları gibi tozla örtülüydü. Tozla kaplı denemezdi, çoktandır cilalı meşeyi gördüğü yoktu. Koltuk desen kendine hayrı yoktu, oturunca yayları batardı. Bu da yetmezmiş gibi garip bir koku sinmişti üzerine. Yaşanmışlık kokusu olmalıydı bu ya da pisliktendi, hangisi daha mantıklıydı çıkaramadı şimdi. Yerleri söylemişti zaten hikayenin başında. Halıfleks kaplı.

Hafifçe kahverengileşen ekmeği ve raftan soldan üçüncü bardağı aldı. Üç bardak vardı zaten. Üçüncü bardak kırık beyazlı, kahverengili, yakın arkadaşının Yunan adalarından getirdiği bir bardaktı. Ayrı bir yeri vardı bunun. Önemliydi. Eskiden kalmayı başaran nadir eşyalarındandı. Bardağı incelerken kulptaki çatlak gözüne ilişti. Üzerinde 'Greetings from Greece' tarzı bir yazı vardı. Ne yazarsa yazsın arkadaşı almıştı onu. Önemli olmalıydı. Bardak elinde hokkabazlık yaparken elinden kaydı hafifçe. Tam parmağıyla kavrayacaktı ki kulpundan ayrıldı gövdesi. Kulpun bir kısmı elinde kaldı. Bardak yerde paramparça.

İroni ya, hayat gibi, bardağın kulpu da elindeydi artık. İşte şimdi başı göğe ermişti.

18 Nisan 2012 Çarşamba

siluetler


Bir yaş düştü aynaya. Gölge kalktı aynadan, dans etmeye başladı duvarda. Ruhsuz bir danstı bu, bir şeyin biterken damakta bıraktığı buruk bir tat gibiydi. Her defasında bitip de yeniden başlayan Cafe Cubana şarkıları misali. İspanyolcanın büyüsü. Melodilerin hafifletici tınıları. Zihinde uyanan tahayyüller.

Yaşı aynadan kaldırma sırası geldi şimdi, parmak ucuyla tuttu tuzlu gözlerini aynanın. Eline can havliyle sarıldı aynadaki silueti. Bir yürek kavgasıdır gitti geldi aynadaki ile arasında. Dudakları yarı açıktı. Sevdalanmaktan kaçıncı kez korkan zihni kendini kenara çekmişti çoktan. Ne de olsa hayat 'emretmişti' bunu. Hayat hep emrederdi zaten. Bir de sorsa ya. 'Başkalarını kendi mutsuzluğuma mahkum edemem' diye iç geçirdi. 'Hem benden sonra en fazla 2 günü olacak. Gerisi sıradan yaşam.' diye düşünürken buldu kendini. Sahiden bu düşünceler ne kadar hızlı geçerdi beyninden. Kalbinden mi demeliydi, bilemiyordu.

Biraz sonra rutubet kokulu salonun karanlık ucundaki masa üzerindeki bir nesneye takıldı gözleri. Kitap olduğunu seçemeyecek denli karanlıktı. Ayağa kalktı acele etmeden. Masaya yanaştı. Çok kez okuduğu kitabı hatırladı. Gülümseme vardı yüzünde. Acı değildi bu gülümseme, tatlı bir içki kokteylinin ağızda bıraktığı tadı anımsattı ona. Masadaki kitaba uzandı. 'Muz Sesleri.' Kitabı aldı masadan. Sekizinci ya da dokuzuncu sefer sayfalarını çeviriyordu. En sevdiği bölüme gelene kadar altını çizmekten çekinmediği dikkat çekici söz öbeklerine göz gezdirdi. Bunu bir zorunluluktan çıkarıp adeta zevk alarak yaptı. İçi rahattı ne de olsa. Başkasına sebep olmanın ne anlama geleceğini bilecek kadar aklı başındaydı. Bunu ortalama zekaya sahip bir insan nesli anlardı.

Yüzküsurkaçıncı sayfayı çevirirken kağıdın köşesi parmağını kesti. Kağıt kesiği. Kan, ince bir sızı. Aynı hafta, aynı parmakta açılan üçüncü kağıt kesiği. Sekizinci, üçüncü, beşinci, 2 gün, yüzküsuruncu. Sayılar, kalbur-üstü rakamlar. Bu sayı sayma alışkanlığı nereden geliyordu? Her şeyin çetelesini tutuyormuş hissine kapıldı bir an. Vakit kaybetmeden kitaba bıraktı kendini. Sayfanın aşağısında sevdiği kısım gözüne çarptı. Tek bir sözcükten tanıdı burayı. 'Paramparça.' Sonra kumda eşelenen kedi özeniyle şu bölümü okudu kendine seslice:

''Aslında paramparça. cam kırığı dolu içi. Bazen kaleydeskop gibi görünmesi ondan. Bak bak, doyama. Ama o renkli resimleri yaratan, birbirine çarpa çarpa, canları yana yana bölünen cam kırıkları. Her kırılmada o da kanar. Kanayan bir kaleydeskop aslına bakarsan. Çünkü ne zaman cam parçaları çarpsa birbirine, canı sıyrılır onun da.''

14 Nisan 2012 Cumartesi

bahar, merhaba


yağmur yağıyordu dışarıda. yazın o güneşli havalarından ziyade yağmurda huzur bulurdu çoğu zaman. ilkbahar aylarında insanlar dışarı çıkıp lale bahçesi lale bahçesi gezerken o hep bahar yağmurlarını beklerdi.

kara bulutlar gökyüzünde geçit törenini andırır misal ilerlerken odasının ufak penceresine tünerdi. kuşlar kadar hür olmak isterdi çoğu zaman. belki de ömrüne tek günlük bir aşk sığdıran, geleceğin belirsiz dolambaçlarında olanca doğallıkla kanat çırpan bir kelebek olmak isterdi. isterdi de bunu bile becerememekten korkardı. güneşe çıkardığında gökkuşağına bürünen bir bedeni vardı. ne görürse onu yansıtırdı dışarı. bilir misiniz, gökkuşağının dibi karadır, karanlıktır. herkes onun o şaaşalı renklerinden bahsederken karanlık bir kuyuya gömer gün ışığını. o da öyle yaptı son yağmurlu sabahta. kalbine saplanan okları bir bir göğe uzattı kana susamış elleriyle.

bileklerini kesti, sıcak suyla doldurduğu küvete boylu boyunca uzandı, uyudu sansınlar diye köpükle doldurdu içini küvetin. kırmızıyı gizleyecekti beyaz. sırra kadem basacak, acuna adaklar adayacaktı. ölüm kinini saracaktı biraz. yakınlarından sakındığı hayası eriyecekti öte dünya hevesi içinde. gecenin karanlığını günün umuduna çatıyordu şevkle.

ertesi sabah...

ufuğa uyandı şafakta. kini devrilmiş, yerini bedenindeki bembeyaz papatyalara bırakmıştı. sonsuz huzura dalmıştı.

gözleri duvardaki saatte mıhlıydı.

fotoğraf: diane loft.

9 Nisan 2012 Pazartesi

ne?


Kafamın içinde ne var? Bir ''şeyin'' varlığı mı bu hissettiğim? Yoksa düzene ortak etmeye çalıştığım bir maymun mu kafeste beslediğim?

Göğüs kafesimi işgal eden ağrı artık daha keskin. Peki asıl göğün kafesinde ne var? Kendi göğüs kafesimle bu kadar meşgulken, bir kerecik olsun göğe baktım mı, başkalarının hayatını çiğnememeye özen gösterdim mi? Soru, cevap, kara mizah üçlemesi.

Düşündüklerim/hissettiklerim şiddetli bir ağrı yapıyorlar mı şimdi gökte? Belki de biriktirdiğim anılar ufak bir apse yapmıştır bile. İster istemez sorguluyor insan kendini dilinden düşürmediği kalpleri keyfince yala-ma edince.

Yine yanıtsız sorular düşüyor üzerime.

Ufuk kristalleşirken geride, tek istediğim yarını billur kılmak değil mi? Tek miyim bu diyarda? Benim gibi düşünenler var mı? Varsa eğer, onlar böyle istemiyor mu? Muhtemelen onlar da yarına dair planlar yapıyor, hayaller kuruyor, bir şeyleri tahayyül ediyor. Elimize geçen ne? Kazancımız/kaybımız ne düzeyde? Ne oluyor sonuçta? Bunları hiç sorduk mu kendimize?

İlk seferde sorduğum soru: Ne oluyor yerde/gökte?

Cevabı yine kendimden: Yukarı bak, o zaman anlarsın.

24 Mart 2012 Cumartesi

ünsüz gece


bir kuruma, kuruluşa ya da devlet örgütlenmesine ait değilim. yüreğimin bir yarısını şefkatin karşı kıyısında demirledim. diğer yarısını da cennet ve cinnet idealleri arasında bölüştürdüm. korkaklık akıyor şimdi tenimden. şiddet yürüyor kanımda. gözlerim tek bir noktaya saplı gökyüzünde. ağzımda, yanar söner bir sigara. ismini andıklarım batan güneşin pembeliğine karışıyor teker teker. göğsümde dil yarası. en son kim dişlerini geçirmişti yüreğime?

(yere bir damla gözyaşı düşer. esas kız, esas oğlana döner. son bir umutla, sesi titreyerek seslenir) ''neden arkana bile bakmadan çekip gidiyorsun?''

(esas oğlan kendini suçlu hissederek kızın yüzüne bakar) ''arkamda nasıl bir kıyamet koptuğunu görmek istemediğimden. son kez buse kondurmaktan korkuyorum. bilirsin son buse taze kalır hep. ya çekip gitmeyi bile beceremezsem?''

(esas kız son bir hamleyle elini tutmak ister sevdiğinin. ancak esas oğlan ustaca elini kaçırır, tıpkı hüznünü gizlediği gözleri gibi. tek seferde şu cümle çıkar ağzından) ''yolun sonuna geldik.''

o sabah uyandığımda dün geceden kalma replikler aklıma kazınmıştı. sanki başka bir şey vardı yaşanılanlarda. terli bir bedenle karşılaştım aynada. aklım yanımdaydı, kalbim ellerimin arasında. o an bir yönetmenin karşımda oturup ''kestik'' demesini nasıl isterdim, biliyor musun?

geçip gitmiştim oysa. giderken dilek şart kipli cümleler yazıldı defterime. sonrasında asla içimden atamadığım, her seferinde gırtlağıma kadar çıkan, ama bir hamlede gerisin geriye kaçan üç beş hece.

şimdi ayrılığa güzelleme.

not: fotoğraf, ara güler'e aittir.

16 Mart 2012 Cuma

akşam pazarı



''ellerinden tuttuğu yerde dudaklarına bir öpücük kondurdu arkasından bakarken sönen sigarayı yerden aldı dizlerinin üzerine bıraktı çıplaktı üşüyordu kederi bulutsuz gökyüzünde pencereyi açtı adımını boşluğa attı aklında hep o uçuşan söz öbekleri elleri bomboş kaldı''

masa örtüsünde gördüğü harfleri yan yana getirip tek bir sözcük dahi kuramazken zihnini kurcalayan imgeleri nasıl söküp atacaktı o iltihaplı hücrelerden. bir şeylerin ters gittiğine inanıyordu ya da öyle inanmaya yemin etmişti. cümleleri satırlara doğrarken yüreğine kimin dokunduğunu bir an olsun unutuyordu ya an'a değerdi bu. an dediği. zaman. gözleri. parlardı. hep.

dondu kaldı. bakışlarını soydu, içini düşleriyle doldurup fırına verdi. ''yemek hazır'' dedi kadın, elindeki torbaları yere bıraktığında kocası. biraz yavan olmuş ama idare edecek diye düşünmekten alamadı kendini.

tahta kaşığı üzerindeki yapışkan ve kıvrık pirinç tanelerini tencereye düşürmek için bir kere vurdu tencerenin kulpuna. kapağını kapattı. tencere yuvarlandı. kapağı düştü. pilav ve pirinç yere hücum etti. beyaz karıncalar.

elinde açtığı kesik kabuk bağlardı iki güne. bir şeyciği kalmazdı.

mutfak penceresi. ipeğimsi saçları tokadan kuruldu. özgürce gevşedi rüzgarı nefes bilen kafa derisi. mutfak penceresi.

kocası içeri girdiğinde mutfak kapısı açıktı. yerde rengi soluk bir pirinç örtüsü. uçuşan perdelerden pencerenin açık olduğunu anladı. akşam saatleriydi. güneş ha battı ha batacak. yerdeki beyaz tabakayı aşıp boşluğa doğru uzandı elleri. pencereden kafasını uzattı. kadın aşağıda öylece yatıyordu. kafasından sızan kan arnavut kaldırımlı taş sokağı kızıl bir geçide çevirmişti.

adam kafasını kaldırdı. iri göğüsleriyle caddeye boydan boya hakim olan karşı penceredeki genç kızla göz göze geldiler.

şimdisi meçhul.

akşam pazarı.

6 Mart 2012 Salı

walking away


love me lesser
and leave my body
without any fear
in a way like impetuosity

my heart is aching
in this land of ecstasy
now you're moving
out of my fantasy


06.03.2012, 8:39.

28 Şubat 2012 Salı

yitik suretler


puslu bir kabus gibidir bedenini bir taşa gömmeyi dilediğin zamanlar. her şey üstüne üstüne gelir. daha bir zordur aynaya bakmak. gözlerini sıkı sıkıya yumar, akışkan sözcüklerin zihnin ötesine geçip sönmesini umarsın. uçuşan saniyelere nefret duyarsın bir yandan. bir anda yüzsüz siluetler ıstırap vermeye başlar gözlerine. suretler ayrı bir azap. yana yakıla geçmişe bakarsın. anlık yitiklik vardır orada.

özlem değil, pişmanlıktır geleceği sekteye uğratan. incelen ruhlardır. kuklalaşan fikirlerdir. eciş bücüş hayallerdir. bütün bu duygular hızlıca tüketilirken, anlamsızlaşırken her an, hissetmek gereği kalmaz yüreğinde. aklında tasavvur ettiğin yarınlara ihanet edersin. umudu arka bahçede terk etmek gibidir yaşanılanlar.

birkaç yıllık anı dökümü silinmeye yüz tutar böylece.

imgeleme katil sıfatı yapıştırırsın kendi ellerinle.

7 Şubat 2012 Salı

anı düşün şimdi, sonra uyursun


bakışlarım göğü tırmalayan güneşte takılı kaldı durdu. güneş tırmandı usulca göğe. örtüyü kaldırdı. irkilerek uyandı gök. ışık kustu her yana. gün peydah oldu odamda.

göğü yaratan ne? onu mavi kılan, sonra devetüyü kızıllığa bürüyen ne? her sabah neden badelenir doğa yine yine?

yüzsüzlüğümü aynadan kaçan bakışlarımda buldum. su tanelerinin düştüğü yalakta dünümü unuttum. yüzümde debelenen damlaları nefretimle kirlettim. yere düşen nefretim cam kırıkları saçtı o çinî berraklığa. ayaklarımın altını kana buladım her bir adımda.

gün geldi, ruhumu bakirleştiren sevişmeler bir bir kapıyı çaldı. gözümde tuz ruhu bir gözyaşı kavgası. acı göl, göllenen acı. gidip geldim. burnumun direklerini sızlatan kedere bir de böyle ihanet ettim. tenimin ilacıdır kem hisler. dar ağacını umudu debdebeleyen maviliğin derinine kurdum. yüreğimdeki duruluk karaya düşeli çok oldu bu eski yerde.

dünden gece, yarından gündüz bıraktım bugüne. tek tek dizdim hayallerimi paslı zincirlere. dilde aynî bir his bırakır ya hani değdirince yüksek voltlu pilleri, öylece geçti şu yaşa gelinceye dek. arkamda, nanik yapan bir panayır hali.

sadece anın bilgisidir aslolan. dün ne oldu, yarın ne olacak bilmezken, düşündüğüm tek şey bu belki de. ne varım ne de yoğum bu çapsız düzen içinde. şimdi sığda kanat çırpan bir balık düşle. o balık benim işte. ne yarınım var, ne dünüm. an, üç saniye.

not: tablo, edward hopper'a aittir.

15 Ocak 2012 Pazar

gözlerini kapattı ve


uyku ile uyanıklık arasında gidip gelen zihnimi bir bardak suyla ayılttım. suçluluk ve zafer hezeyanına düşen beynimi yeniden körüklemenin başka bir yolu yok. belki vardır da yok şu anda. yok gibi. bu haldeyken, hiçbir şey yok gibi geliyor.

dış dünyayı duyumsamak bir adım daha güçleşiyor. zil zurna hayallere gebe oluyor yaşlılık unutkanlığını alışkanlık edinen gözlerim. tanışlarım teker teker yol alırken, sen ben buradayım diyorsun. sanki başka bir çaresi var ya, neyse. insanlar düşün evrenimin dar boğazlı sokaklarında çarpıp giderken hep aynı şeyi düşünüyorum: bir adım ötesi var mı bu hayânın. yok. o bile yok.

yutkunuyorum nefesini. saniyenin onda birinde akıl dizgesinde bıçak gibi kesiliyor hislerim. balon gibi sönen imge bir oraya bir buraya çarpıyor karanlığında gececi kabuslarımın. geçecek. bunu da atlatınca zemheri çemberi kırılacak. ekinler uç veriyor kuytuda. zehirli tohumlar saçıyorlar geceye. şimdi dumanaltı sözcükler. yuvarlanırken kırılıyorlar bir de içkin duvarda. paramparça.

ağlıyorum. yüreğimden süzülen kırk çatal yere çarpıp bombeleniyor. kilim desenli düşler çatıyorum rutubetinde yerin. yer alabildiğine göz. göz alabildiğine yer sözcükleri. desenleri arşınlayan sevda sözleri.

tek odalı öpüşlere niyetleniyorum. hemencecik geçiyor. geldiği gibi gitmesini biliyor. bilemedin üç salise. körü badem gözlü umutlara itelemek gibi hissettiriyor bu. birini buralayıp berikini ötelemeye benziyor.

kucağımda yüzsüzleşiyor anılar. algılarım güneşi aşıyor ahesteliğinde körlüğün. körler yavaştır. göz yuvarları dar, irisleri küçüktür çünkü. aya tutuklu bakışlar altında ezilir ruhlarının filizlenişi.

sorarım sana: dilinin son tren garından kalkan o son trende bana da yer var mı? beni de götür kuşuçuşu ufuklara. imgelerim yabancılaşıyor toprağa çivilendikçe. bir ceset torbasına hapsolmuş hayal kırgınlıklarım vardır benim, el yazması sevişgen deneyimlerim kadar.

seni köhne diyarlara kaçıran martıları kıskanıyorum ben. ekmek atmıyorum denize daha uzağa sığınırlar diye. seni marifetlice sevmek istiyorum. yüzünü gelene geçene asarsın diye ummaktan başka ne çare. sana hasıraltı hislerle dokunmak, gücülümü muayyen yerlerine denk getirmeye benziyor. görgüsüz niyetler savuruyorum ya olur olmadık zamanlarda. işte öyle bir şey.

zamanı yitirmek yerine seni saniye saniye bulup atış duvarına iliştirmek fikri peydah oluyor. sonra da göz okuna hedef kılmak var.

peki ya sonra?