31 Mayıs 2012 Perşembe

düşlere veda

gün doğumu ektim uzak göç yollarına
kuş yuvalarına sürüldü bedenim darmadağın 
ırgatlar hayallerimi biçti susuz tarlalardan
gözeleri işgal edilmiş yamacında bu dağın


Village Road, Paul Cezanne 

29 Mayıs 2012 Salı

geceye şiir


topraksı bir arayış peydah oldu 
artık umutlar besledim geceye
duldalara yenik düşen yüreğim küle döndü 
geçmiş ile geleceği bölerken hece



Death Paintings, Fred Einaudi 

27 Mayıs 2012 Pazar

kente güzelleme

duymak güzeldir
nemli rüzgarlar
oynaşırken
pencere pervazında


umarsızca
yelken açmaya 
benzer
baharat kokulu diyarların
bulutsu duyarlığına


yedi kat 
cenneti aşar
gökyüzünde
umutları arşınlayan
uçurtma


şimdi
yasak patikalarda
düşler sığmıyor içime
yıldız kümesi 
bu kent
uzanıyor
tepelerden sonsuzluğa.


The City, Debra Hurd

26 Mayıs 2012 Cumartesi

öğle vakti

Vapur karaya yanaştı. Binmek için sırada bekleyenler inmeyi bekliyordu şimdi. Elinde meyve dolu kese kağıtlarıyla sıranın kendisine gelmesini bekliyordu o da. Gözlerinde keskin bir pırıltı vardı. Ağır metale çalıyordu dalgalar.

ara güler

5 Mayıs 2012 Cumartesi

gündüz düşleri



Elindeki kitap üstündeki ince pikeden aşağı kayıp yere düşünce, uyanmak zorunda kaldı. Etrafına bakındı. Her gündüz uykusunun sonunda olduğu gibi ''Neredeyim ben?'' diye sordu kendine. Hemen anladı, yine üç uykusuna yatmıştı. Üç, atlatması güç. Her gün bu vakitlerde uyku bastırıyor, dinmek bilmiyordu. O da çareyi kafasını yastığa koyup uzaklara dalmakta buluyordu.

Bugün başkaydı. Başka bir gündü bugün. Gözlerindeki çapakları eliyle kabaca temizledi. Yüzünü yıkamaya bile üşeniyordu. Üstündeki ince pikeden sıyrılarak indi. Beton zemin ılıktı hala. Ayağı yerle temas ettiğinde oluşan o hoş ılıklık hissi bütün bedenine yayıldı. Ayaklar en hassas uzuvlardı vücuttaki. En kalın deriye sahip olsalar da... Karşı pencerede batmakta olan güneşe gözleri takıldı. İçeriye kızıl ışınlar hücum ediyordu. Gölgesi duvara düşmüştü. Koltuğa dayanarak ayağa kalktı. Yavaş adımlarla pencereye doğru yaklaştı. Ahşap pervazlı pencereyi açtı. Ellerini pencere pervazının iki tarafına koydu, bedenini pencerenin altındaki alçak boşluğa yasladı. Güneş kentteki evleri yetim bırakarak ayrılıyordu. Kendisinden başkasını umursamıyordu, güneş. Birazdan Kuzey Afrika kıyılarından da elini eteğini çekecekti. Karşı kıyıda oryantalin en oryantali Fas vardı. Sıcak rüzgarlar esmeye başlayınca nasıl kahve kokusu dolardı kent meydanına. Bu kentte yaşadığı günden beri, beyaz yapılar, Emevilerden kalma birkaç cami, kilise ve katedralin çevrelediği kent meydanı gelirdi hemencecik aklına. Keşke her şey bundan ibaret olsaydı. Kimsenin kentteki yapıların birbirlerine olan aşkından haberi yoktu. Mağribi kızla Hristiyan gencin aşkı vardı katedral ve cami arasında. Asla kavuşamayacak iki sevgiliydiler onlar. Kentin meydanındaki fıskiyeler ile bulutlar arasında da bir aşk vardı. Bulutlar asla eğilmeyecek, fıskiye de serin dudaklarıyla öpemeyecek, bulutlara yüz süremeyecekti. Öyle bir düzeni vardı işte bu kentin. Bunları düşünmek ona acı veriyordu. Besbelli kendinden başka bunu düşünen de yoktu. 

Güneş karşı kıyıya ulaştığında, yarımadadaki ışıklar da sönmeye başladı. Evler sokağın başından itibaren  üçerli beşerli ışıklarını kapatıyordu. Derin bir kaybolmuşluk hissine sarıldı. Bundan başka neyi vardı? Bu esrarlı kentte, bu kırık talihli kentte başka neyi düşleyebilirdi? Ya gündüz düşlerine teslim olacak ya da bulutların izinde Mağribi kızı görmeye gidecekti. Hiç kavuşamayacak olsalar da bulutları izleyerek kendine yol çizmek hoşuna gidiyordu. 

''Bulutlar dünyayı geziyor, bulutlar yaramın üzerindeki pamuk'' diye düşündü karşı karayla aralarına giren sonsuz dalgalı deniz gözüne çaldığında. ''Göğü sepetine toplayan/kadın saçları karanlığa/dolaşık.'' 

not: tablo, edward hopper'a aittir.