28 Aralık 2012 Cuma

Morfin

Duvarları karton parçalarından, çatısı metal artığından doğma derme çatma yere adım atar atmaz üzerimdeki yorgunluğun boyut değiştirdiğini hissediyorum. Yer dedim, ev demeye bin şahit lazım çünkü. Başkaları yuva der yaşadıkları yere. Yuva dediğin sıcak olur. Bunu diyenler gelsin de kentin uzak bir tepesine inşa ettiğim şu viranelikte yatsın bir gece şu kasım soğuğunda. Saatlerdir ötelediğim, küçük bir şişe yağmur suyuyla aşağılara itmeye çalıştığım açlık hissi de buna eklenince pek bir çekilir değil. Sabah yola çıkarken ağzıma tıkıştırmak zorunda kaldığım, tadını alamadan, damağımda hissedemeden, doygunluğa ulaşamadan yuttuğum, dar boğazımdan aşağıya inerken kurumuş damarlarımı bir güzel yırtan, boğazımda sanki kedi tüyü yutmuşum gibi bir his bırakan, kibrit kadar peynirle yapılmış ince dilim ekmekli sandviç. Yediğim bundan ibaret. Üstelik şehrin arka sokaklarındaki konteynırlarda bulunan çeşitli kartonları, metal artıklarını ve plastik şişeleri toplamak için çöp kamyonlarıyla yarışmam da cabası. Cebimde bir şişe yağmur suyuyla. Teneke çatının açıklığına dizdiğim çöpten alma ufak saklama kaplarında biriken yağmur suyuyla. Şu halde içtiğim suyu doğa anaya borçlu olduğumu söyleyebilirim. 

Daha güneş doğmadan yola koyulup gecenin bir körü hepi topu üç saatlik bir uyku uyumaya dönüyorum yaşadığım yere. O zamanlar kaldığım yerlerde yaşıyordum diyor ya şair. O misal. Ellerim soğuktan kıpkırmızı kesmiş. Neredeyse kan çanağına dönmüş vaziyetteler. Normalde gözler döner ya kan çanağına, ellerden duymaya alışık değiliz bunu. Ama gözlerim gibi ellerim de kan çanağı, nar çiçeği, vişne bahçesi. Sağ taraftaki ayakkabı topuktan vuruyor ayağıma. Gün boyu çıplak ayak tabanımda öyle bir ağrı vardı ki en acı sözcükler hafif kalır yanında. Günün yarısını topallayarak geçirmek zorunda kaldım. Gerçi daha az enerji harcayıp açlık katsayımı biraz düşürmüş olabilirim bu sayede. Oluşan ağrı mantığıma üstün geliyor şu anda. Düşünürken zorlanıyorum. O derece.

Sırtımdaki sepete doldurduğum karton, metal ve plastik artıklarını bir kenara bırakıp gün boyu uzanmanın hayalini kurduğum yatağa geçiyorum. Yine kartondan yaptığım yatağıma. Açlığı ve yorgunluğu geçiştirmenin yolu biraz hayal kurup uyuklamaktan geçiyor. Önce kızarmış tavuklar servis ediliyor. Bir yanda en güzel şaraplar, diğer tarafta türlü çeşit şeyin olduğu meze tabağı geliyor sofraya. Bunları medeni birer insan gibi yavaş yavaş, sindire sindire, doya doya yedikten sonra dibinde şerbetin göllendiği şerbetli tatlılarda sıra. Üstü kat kat fıstıkla süslü, yanında taptaze kaymakla servis edilen şerbetli tatlılar. Sokak köpeklerinden korumak için karton duvarlardan birinin dibine gömdüğüm kırık saklama kabındaki kurabiye artıkları gözümün önünde canlandığında bu hayaller tuz buz oluyor anında. Birkaç gün önce konteynırların birinden karton alırken rastladığım doğumgünü kurabiyeleri bunlar. Şansıma tazeydi hepsi. Hakikaten kaç yıl olmuştu doğum günü kutlamayalı? Devlet yurdunda bile doğum günü kutlanırdı çocukların. On üç yaşındaydım oradan kaçtığım yaz son doğum günüm kutlandığında.

Bunları düşünürken uyuyakalmışım. Ne bileyim aklımdan son geçen düşüncelerin bunlar olacağını? Bilsem, başka neler düşünmezdim ki. Üç sokak ötede gördüğüm fırfırlı etek giymiş kızı düşünürdüm son kez pekala. Belki yurtta aynı odada kaldığımız can dostum Ahmet gelir, sohbete dalardık son kez. Açlık hissi her şeyin önüne geçmişti yine, son defa. Birkaç gün sonra aç kalmış sokak köpekleri kırık saklama kabını gömülü olduğu yerden çıkarıp içindeki ıslak kurabiyeleri yiyecekti ben yiyemeden. Ama günahını almayalım hayvanların. Mahallenin bekçisine onlar gösterdi yerimi. 

Soğuktan donmuş vücudumu bulduğunda yüzümde derin bir gülümseme varmış. Öyle anlatıyordu Bekçi Abi Naciye Ablaya. Arada sırada bana ekmek alırdı Naciye Abla. Bir ekmek ne yapacak diyeceksiniz. Gücü bu kadarına yetiyordu kadıncağızın. Üç tane çocuk büyütmek kolay mı bu ülkede? Zaten herkesin aşağı yukarı bu kadarına yeterdi gücü o mahallede. Annemi babamı hiç tanımadan öldüm ben. Poyrazda güz yaprağı olup toprağa düştü bedenim.


Fotoğraf: Şevket Şahindaş

21 Aralık 2012 Cuma

Gece Yürüyüşü

Kafasını kaldırıp gökyüzüne baktığında bir şeylerin yolunda gitmediğini fark etti. Gökyüzü kan kırmızısına boyanmıştı. Tek bir mavi bulut yoktu. Yorgun omzuna değen güçlü bir rüzgarla irkildi. İrkilmesiyle havanın iğne gibi batan soğuğunu yüzünde duyması bir oldu. O anda evrenin sesini duymak da mümkün kılındı sanki. Keskin bir uğultuydu duyduğu. Metalin sürtünme sesini andırıyordu. Sonbaharda ve kış geldiğinde yaprağın titremediği ağaçlar şimdi kalkıp sokağı işgal edecekti. Her an köklerinden kurtulacak izlenimi veriyorlardı. Dallar rüzgarın şiddetiyle yere değiyor, sonra aniden yukarı doğru savruluyorlardı. Dallardan kurtulan yapraklar önce sokağın parke taşlı zeminine saçılıyor, sonra rüzgarın ahengine ayak uydurup binaların sırılsıklam cephelerine ve gerisin geriye yolunmuş ağaçlara çarpıyorlardı. Parlak bir ışık vardı her yanda. Görülenleri bulanık kılmaya ve gözleri uyuşturmaya yetecek denli yıpratıcı bir ışık. Binalar, temellerinden sökülecek kadar yıkıcı bir sarsıntıyla sallanıyorlardı. Her bina hemen bitişiğindeki diğer binayı sarsıyor, titreşimler omuz omuza uzanan bütün binalarda kolayca fark ediliyordu. Bu saatlerde çoğu zaman işlek olan sokakta koyu bir gölgenin dahi olmaması ürkütücü gelmişti. İşin ilginç tarafı hiçbir evin ışığı da yanmıyordu. Kış gecelerinde bile geç saatlere değin kalabalık olan, restoran ve küçük kahvehanelerin dolup taştığı sokakta an itibariyle in cin top oynuyordu. Sokağın bitimindeki elektrik direğinin aydınlattığı o küçük boşluğa gelene kadar en ufak bir canlı kıpırtısı gözüne ilişmedi. Sokağın bu hali kendini evrenin en yalnız kişisi ilan etmesine yetti. 

     Van Gogh, Yıldızlı Geceler