30 Nisan 2012 Pazartesi

histeri günlüğü



hızla kapadı terden sırılsıklam olmuş telefonu. yüzündeki hayret ifadesiyle öyle kalakaldı. aklından bin bir düşünce geçti. öyle hızlı geçiyordu ki düşünceler bıraksan kırda özgür atlarla yarışırdı. kafasını kaldırdı, gözleri tavanda kilitli kaldı. perdeden süzülen ışık tavana değince yıldızları andırmıştı. değişen ne oldu? diye düşünmekten alamadı kendini. bu kaçıncı günah? kaçıncı yasak öpüş konmuştu dudağına? kaçıncı güldü burnunun derinlerine sızan? kaçıncı gözdü gözüyle oyaladığı? sayılamayacak denli fazla.


elindeki telefonu bir kenara bıraktı. koltuğun yanındaki yuvarlak fiskos masasının üstündeki abajurun aydınlattığı küçük anahtarı aldı eline. odasındaki çekmecenin anahtarıydı bu. acele etmeden ayağa kalktı. koridorun öbür ucundaki odasına doğru yürüdü. sanki sabah vapuru iskeleden ayrılıyordu. öyle ahesteydi ki adımları. içeri girdiğinde oda savaşta bombalanmış dresden kentini andırıyordu. kitapların ölü bedenleri etrafa saçılmış, kıyafet yıkıntıları dağlar oluşturmuş, kalemler mermi bataryaları gibi yerde uzanıyordu. içindeki ölü kentin yıkıntılarını andırıyordu bütün bunlar. sek sek oynayan kız çocuğu dikkatiyle atladı üzerinden hepsinin. odanın sol köşesindeki çalışma masasının çekmecesine uzandı. anahtarı kilide soktu. ilk çevirişte açılmadı. yıllardır açılmayan kilit sıkışmıştı. hafifçe bastırıp çevirdiğinde açılmasını bildi bu sefer. içinde özenle yerleştirilmiş şekilde duruyordu her şey. tıpkı annesinin bıraktığı gibi. günlükler bir köşede, birkaç şiir kitabı öbür köşede, ortada bir köstekli saat, altın kolye, bakır rengi anahtarlık. başka da bir şey yok zaten. 

günlüklerden birini kaptı. elini toz kokulu defterin kenarına sürterek rastgele bir sayfa açtı. Tarih: 11 Aralık 2008. Yer: Kadıköy'de bir otel odası. ''Bugün hava çok güzeldi. Yazdan kalmış gibiydi sanki. Gökyüzünde tek bulut yoktu. Evren beni böyle uğurlamayı seçti sanırım. Artık takatim yok. Annemin salıncakta salladığı çocuk bedenim şimdi erimekte olan bir kadının aynadaki yansımasından ibaret. Her geçen gün yeni bir acıya gebe aklım. İçinde koşturan bir çocukluk var. Dışarıda gürültüsüz bir pazar var. çoğu aile daha yeni kalkıp kahvaltı yapıyor. Bana bak bir de. Acı doyurdu beni. Dünya ayaklarımın altından kayıyor artık. Ellerim bende değil. Başkalarında sanki. Ellerimi ben kontrol edemiyorum. Zihnimde başkaları var sanki. Beni yazmaya zorluyor dakikalarca. Bu da oldu işte. Gidiyorum.''

günlük dört sene öncesine aitti. bedeni günlerce evde çürümüştü. sonraları etrafa yayılan kokudan yokluğunu fark eden komşuları kapıyı bir çilingire açtırıp içeri girdiğinde bahçe katındaki dairenin orta yerinde öylece kokuşmuş bedeniyle karşılaştılar. kırık balkon camından giren sokak kedileri patileriyle gözlerini oyup göz akını çoktan mideye indirmişti. ağzının içinde kurtlar gezinmeye başlamıştı. 

ölmeden önce tek bir düşünce vardı aklında. sessiz sedasız zihnini iğfal eden kötülükten arınmak. beyni kuşlara yem olduğunda, gözleri oyulduğunda, karnına kurtlar doluştuğunda ne geçti eline? yaşarken acılarla kıvranan eti şimdi dış güçlerin akınına uğruyordu. herkes büyük lokmayı midesine indirme telaşındaydı. 

oysa ona annesinin histeri günlüğü miras kalmıştı. 

23 Nisan 2012 Pazartesi

boşluk hissi


Yüzüne damlayan soğuk suyla kendine geldi. Tuvaletin zemininde kıç üstü oturuyordu. Derken ikinci damla düştü yüzüne. Kafasını kaldırıp tavana baktı. Tavan akıtıyordu. Üçüncü damla. 

Beyaz kireçle sıvalı duvardan iki eliyle tutunarak ayağa kalktı. Gramofon sesinin geldiği kırmızı odaya doğru arşınlarken buldu kendini. Odaya gelince, tek hamlede gramofonu durdurdu. Ev sessizliğe gömüldü. Gömülmek derken öyle gömülmek değil. Pencereleri kapatan perdeyi iki kenara çekti. Odaya ışık doldu. 'Işık dolsa kaç yazar, feci kokuyor' diye geçirdi aklından. 

'Ankara'da olaylı gün, iki ölü, üç yaralı' 

Gazetenin manşetinde aynen böyle yazıyordu. Görünüşe bakılırsa aylar önceden planladığı Ankara gezisi çok da istediği gibi gitmemişti. Sokak lambaları yanıyordu. Sabahın altısıydı, yine de güneş doğmamıştı. İstanbul'dan alışık değildi buna. Ne de olsa, saat 5 demeden güneş doğardı kışın şehirde. Acele etmeden üstüne uzun kollu kazağını giydi. 

Balkon kapısı açıktı. Odanın köşesinden bakınca dışarının karanlığı görünüyordu. Karanlıkta birkaç evi seçebiliyordu. Belki bu sefer zor olacak dedi içinden. Hep iç konuşma. Konuşacak başkası olmayınca, iç konuşmaya mahkum olursun böyle. Bu da iç konuşma. İç-ama-konuş-ma. 

Balkon kapısına yanaştı. Kente son bir kez baktı. Ankara ancak kent olabilir. Şehir mehir olamaz. Baksana bizim mahalle kadar evde anca ışık yanıyor. Balkon duvarının dibine geldi. 9. kat. Beynini yere vurduğunda  aniden dağılacak. 3-5 saniyelik acı. 3-5 saniyeye karşı 42 yıllık ömür. Dile kolay. 42 sene. 

Gökyüzünü son kez selamladı. 

...

O sabah karısı uyandırmak için geldiğinde, eşi çoktan ölmüştü. Gözlerini mavi tavana dikmişti. Sağ elinde Yakup Kadri'nin Ankara romanı vardı. Cep telefonunda 42 cevapsız arama. Başucundaki tabakta da 3-5 portakal kabuğu. 

Ölmek derken, o anlamda ölmek değil. 

19 Nisan 2012 Perşembe

gidenlerin türküsü


'Ölmüş' diye haykırdı telefonda. Ölmüştü. Bir zamanlar öyle severek bahsettiği, sonra arkasına bile bakmadan tek gecede terk ettiği ölmüştü. Garip olan, yaşanılan bunca şeye rağmen bir türlü onu zihninden silmeyi başaramamasıydı. Evet, halen seviyordu onu. Ayrılıktansa ölüm daha acı geliyordu. Çünkü daha gerçekti ölüm. Ayrılık yalnızca suretinin silinmesi demekti. Ölüm kalpte açık bir yara bırakırdı. Ölüm her anlamda yitiklikti. Ölüm, fiziksel ve ruhsal çöküntüye eşlik eden bir boşluk hissiydi. Ölüm, gözlerini kapadığında aklına gelen onca şey arasından 'ona' ait imgelerin bir bir azalmasıydı, belki de kendini daha da güçlü hissettiğin üç beş saniyelik bir tutulma anından ibaretti ölüm, buranın zamanıyla değil, ışık zamanıyla düşün. Ölüm ardından seslendiğinin geri dönüp bakmamasıydı muhtemelen.

Yere uzandı. Burnunun ucundan halıya akan zamanı düşündü. Tuzlu, kesif bir ter damlasıydı zaman. Halıfleksin sırtında bıraktığı izlerle birlikte doğruldu. Sırtında yerden bir parça taşıyordu. Soğuk betonun vücuda değdiği anda ürperen bir kıl yumağını andırıyordu sırtı. Odanın köşesinde kendine dahi hayrı olmayan elektrik sobasına doğru yaklaştı. Ne hikmetse üzerine astığı çorapları kurumuş, odaya yumuşak bir çiçek kokusu yayılmaya başlamıştı. Altından üstünden soğuk giren pencereye doğru yanaştı. Sigara dumanı grisi perde aralıktı. Hafifçe titriyordu pencere eşiğinden giren serin rüzgarda. 'Bahar geldi, havaların daha derdine bak' diye düşündü. Geçen hafta suyu kaybetmişti. Üç ay ödemezsen kaybedersin tabi. Doğalgaz gideli dört ayı geçmişti. Yalnızca elektrik. İnsan ilişkilerini sürdüren şey de elektrikti. Yazar burada cinas yapmak istemiş. Biz de sesimizi çıkarmayalım madem.

Pencerenin yanından ayrılıp apartman boşluğuna bakan arka odaya gitti. Üst kattaki çiftin 'gece eğlencesi' bütün apartman boşluğunda yankılanıyordu. Varsın duyulsun, bize ne diye düşünmekten kendini alamadı. Odanın ortasındaki kararmış karyolaya uzandı. Beton zemin üzerine gelişigüzel bırakılmış bir karyola, iki haftalık nevresim takımı, dört haftalık yastık. Bu odayı gerçek kılan şey iki ve ikinin katlarıydı. O da olmasa sekizinci katta yaşamak çekilir olmazdı ki. Üzerini örttü. Işığı kapatmasına gerek kalmamıştı, zaten uzun zamandır ampul dahi yoktu odada. En nefret ettiği şey yataktan kalkıp ışığı kapatmaktı. Yatak bir anda buz keserdi. Sırtı sıcak, yatak soğuk.

Üç dört saatlik akşamüzeri uykusundan uyanınca kendini doğruca mutfakta buldu. Belinden düşen, lastiksiz pijamalarını eliyle ikide bir yukarı çekiyordu. Kahvaltıda kuru ekmek ve çay vardı. Ekmeği taze kılmanın yolu elektrik sobasında ısıtmaktan geçiyordu. Çoraplarını kenara çekip ekmeklere yer yaptı soba üzerinde. İki dakika geçmeden ekmekler mis kesti. Şimdi çiçekle karışık ekmek kokusu sarmıştı bütün odayı. Rutubet kokusu da vardı, ama burnu öyle alışmıştı ki duymuyordu artık. Alışma duyarsızlaşma.

Odada köhneliğin provasını yapıyordu eşyalar. Vitrin, İkinci Dünya Savaşı Berlin sokakları gibi tozla örtülüydü. Tozla kaplı denemezdi, çoktandır cilalı meşeyi gördüğü yoktu. Koltuk desen kendine hayrı yoktu, oturunca yayları batardı. Bu da yetmezmiş gibi garip bir koku sinmişti üzerine. Yaşanmışlık kokusu olmalıydı bu ya da pisliktendi, hangisi daha mantıklıydı çıkaramadı şimdi. Yerleri söylemişti zaten hikayenin başında. Halıfleks kaplı.

Hafifçe kahverengileşen ekmeği ve raftan soldan üçüncü bardağı aldı. Üç bardak vardı zaten. Üçüncü bardak kırık beyazlı, kahverengili, yakın arkadaşının Yunan adalarından getirdiği bir bardaktı. Ayrı bir yeri vardı bunun. Önemliydi. Eskiden kalmayı başaran nadir eşyalarındandı. Bardağı incelerken kulptaki çatlak gözüne ilişti. Üzerinde 'Greetings from Greece' tarzı bir yazı vardı. Ne yazarsa yazsın arkadaşı almıştı onu. Önemli olmalıydı. Bardak elinde hokkabazlık yaparken elinden kaydı hafifçe. Tam parmağıyla kavrayacaktı ki kulpundan ayrıldı gövdesi. Kulpun bir kısmı elinde kaldı. Bardak yerde paramparça.

İroni ya, hayat gibi, bardağın kulpu da elindeydi artık. İşte şimdi başı göğe ermişti.

18 Nisan 2012 Çarşamba

siluetler


Bir yaş düştü aynaya. Gölge kalktı aynadan, dans etmeye başladı duvarda. Ruhsuz bir danstı bu, bir şeyin biterken damakta bıraktığı buruk bir tat gibiydi. Her defasında bitip de yeniden başlayan Cafe Cubana şarkıları misali. İspanyolcanın büyüsü. Melodilerin hafifletici tınıları. Zihinde uyanan tahayyüller.

Yaşı aynadan kaldırma sırası geldi şimdi, parmak ucuyla tuttu tuzlu gözlerini aynanın. Eline can havliyle sarıldı aynadaki silueti. Bir yürek kavgasıdır gitti geldi aynadaki ile arasında. Dudakları yarı açıktı. Sevdalanmaktan kaçıncı kez korkan zihni kendini kenara çekmişti çoktan. Ne de olsa hayat 'emretmişti' bunu. Hayat hep emrederdi zaten. Bir de sorsa ya. 'Başkalarını kendi mutsuzluğuma mahkum edemem' diye iç geçirdi. 'Hem benden sonra en fazla 2 günü olacak. Gerisi sıradan yaşam.' diye düşünürken buldu kendini. Sahiden bu düşünceler ne kadar hızlı geçerdi beyninden. Kalbinden mi demeliydi, bilemiyordu.

Biraz sonra rutubet kokulu salonun karanlık ucundaki masa üzerindeki bir nesneye takıldı gözleri. Kitap olduğunu seçemeyecek denli karanlıktı. Ayağa kalktı acele etmeden. Masaya yanaştı. Çok kez okuduğu kitabı hatırladı. Gülümseme vardı yüzünde. Acı değildi bu gülümseme, tatlı bir içki kokteylinin ağızda bıraktığı tadı anımsattı ona. Masadaki kitaba uzandı. 'Muz Sesleri.' Kitabı aldı masadan. Sekizinci ya da dokuzuncu sefer sayfalarını çeviriyordu. En sevdiği bölüme gelene kadar altını çizmekten çekinmediği dikkat çekici söz öbeklerine göz gezdirdi. Bunu bir zorunluluktan çıkarıp adeta zevk alarak yaptı. İçi rahattı ne de olsa. Başkasına sebep olmanın ne anlama geleceğini bilecek kadar aklı başındaydı. Bunu ortalama zekaya sahip bir insan nesli anlardı.

Yüzküsurkaçıncı sayfayı çevirirken kağıdın köşesi parmağını kesti. Kağıt kesiği. Kan, ince bir sızı. Aynı hafta, aynı parmakta açılan üçüncü kağıt kesiği. Sekizinci, üçüncü, beşinci, 2 gün, yüzküsuruncu. Sayılar, kalbur-üstü rakamlar. Bu sayı sayma alışkanlığı nereden geliyordu? Her şeyin çetelesini tutuyormuş hissine kapıldı bir an. Vakit kaybetmeden kitaba bıraktı kendini. Sayfanın aşağısında sevdiği kısım gözüne çarptı. Tek bir sözcükten tanıdı burayı. 'Paramparça.' Sonra kumda eşelenen kedi özeniyle şu bölümü okudu kendine seslice:

''Aslında paramparça. cam kırığı dolu içi. Bazen kaleydeskop gibi görünmesi ondan. Bak bak, doyama. Ama o renkli resimleri yaratan, birbirine çarpa çarpa, canları yana yana bölünen cam kırıkları. Her kırılmada o da kanar. Kanayan bir kaleydeskop aslına bakarsan. Çünkü ne zaman cam parçaları çarpsa birbirine, canı sıyrılır onun da.''

14 Nisan 2012 Cumartesi

bahar, merhaba


yağmur yağıyordu dışarıda. yazın o güneşli havalarından ziyade yağmurda huzur bulurdu çoğu zaman. ilkbahar aylarında insanlar dışarı çıkıp lale bahçesi lale bahçesi gezerken o hep bahar yağmurlarını beklerdi.

kara bulutlar gökyüzünde geçit törenini andırır misal ilerlerken odasının ufak penceresine tünerdi. kuşlar kadar hür olmak isterdi çoğu zaman. belki de ömrüne tek günlük bir aşk sığdıran, geleceğin belirsiz dolambaçlarında olanca doğallıkla kanat çırpan bir kelebek olmak isterdi. isterdi de bunu bile becerememekten korkardı. güneşe çıkardığında gökkuşağına bürünen bir bedeni vardı. ne görürse onu yansıtırdı dışarı. bilir misiniz, gökkuşağının dibi karadır, karanlıktır. herkes onun o şaaşalı renklerinden bahsederken karanlık bir kuyuya gömer gün ışığını. o da öyle yaptı son yağmurlu sabahta. kalbine saplanan okları bir bir göğe uzattı kana susamış elleriyle.

bileklerini kesti, sıcak suyla doldurduğu küvete boylu boyunca uzandı, uyudu sansınlar diye köpükle doldurdu içini küvetin. kırmızıyı gizleyecekti beyaz. sırra kadem basacak, acuna adaklar adayacaktı. ölüm kinini saracaktı biraz. yakınlarından sakındığı hayası eriyecekti öte dünya hevesi içinde. gecenin karanlığını günün umuduna çatıyordu şevkle.

ertesi sabah...

ufuğa uyandı şafakta. kini devrilmiş, yerini bedenindeki bembeyaz papatyalara bırakmıştı. sonsuz huzura dalmıştı.

gözleri duvardaki saatte mıhlıydı.

fotoğraf: diane loft.

9 Nisan 2012 Pazartesi

ne?


Kafamın içinde ne var? Bir ''şeyin'' varlığı mı bu hissettiğim? Yoksa düzene ortak etmeye çalıştığım bir maymun mu kafeste beslediğim?

Göğüs kafesimi işgal eden ağrı artık daha keskin. Peki asıl göğün kafesinde ne var? Kendi göğüs kafesimle bu kadar meşgulken, bir kerecik olsun göğe baktım mı, başkalarının hayatını çiğnememeye özen gösterdim mi? Soru, cevap, kara mizah üçlemesi.

Düşündüklerim/hissettiklerim şiddetli bir ağrı yapıyorlar mı şimdi gökte? Belki de biriktirdiğim anılar ufak bir apse yapmıştır bile. İster istemez sorguluyor insan kendini dilinden düşürmediği kalpleri keyfince yala-ma edince.

Yine yanıtsız sorular düşüyor üzerime.

Ufuk kristalleşirken geride, tek istediğim yarını billur kılmak değil mi? Tek miyim bu diyarda? Benim gibi düşünenler var mı? Varsa eğer, onlar böyle istemiyor mu? Muhtemelen onlar da yarına dair planlar yapıyor, hayaller kuruyor, bir şeyleri tahayyül ediyor. Elimize geçen ne? Kazancımız/kaybımız ne düzeyde? Ne oluyor sonuçta? Bunları hiç sorduk mu kendimize?

İlk seferde sorduğum soru: Ne oluyor yerde/gökte?

Cevabı yine kendimden: Yukarı bak, o zaman anlarsın.