Yüksek tepelerin ardında
sıralanan yel değirmenlerinin iki yandan kuşattığı dört şeritli asfalt yolda
eve dönerken, gerisin geride şehirde bırakmaya yemin ettiğim, hüznümü önceleyen
duygular var içimde yine. Hiç geçmeyen bir burukluk, yenik düşme, mahcubiyet ve
kendileşme hali. Her an zorlaşıyor toprakta kesik adımlarım. Artık tozpembe
sözcüklerden acı ve keder masalları anlatmaktan yıldım.
Evden uzakta, Anadolu’nun
herhangi bir yerinde hissettiğim neşe yerini suskunluğa bıraktığında, sözcükler
cımbızın keskin ucunda parçalandığında ağzımdan dışarı salarken kuru dallarını,
kurduğum düşler teker teker umutsuzluğun tuğlaları altında ezildiğinde, sonsuz
ilkbahar yahut yaz tahayyüllerinin ellerimden çoktan kayıp gittiğini ve
salınarak gökyüzündeki yerini aldığını anladım. Bir umut dedim kendi kendime,
bir umut. Ancak geriye bir şey kaldı yalnızca. Kırık müzik kutularından çıkan
bozuk nağmelere benzer bir tekdüze tını.
Sokağın başındaki sokak
lambasının altına vardığımda, birkaç gün evvel ülkenin bir sahil kentine yaptığım
seyahat bütün ayrıntılarıyla yeniden sahnelenmeye başlayacaktı zihnimin
perdelerinin gerisinde. ‘’Ellerimi nereye koyacağımı bilmiyorum’’ cümlesi uğuldarken
kafamın içindeki dehlizlerde, dışarıda kurmaca bir dünyanın kapıları
aralanıyordu. Işık perileri sokak lambasının yaydığı pembemsi turuncu ışıkta
dans ediyordu. Dokunmak, ulaşmak istediysem de başaramadım. Tene değen
zeytinyağının değdiği yerde bıraktığı o kayganlığa benzer duygular tattım
orada. Bir tanım yapmak çok güçtü. Tarifi yoktu. Kayıp gidiyordu işte.
O an yaşadıklarımın bir düşün
ardında bıraktığı kırıntılardan başka bir şey olmadığını öğrenmem uzun sürmedi.
Kendi ellerimle kurduğum kaleleri yine kendi ellerimle yıkmıştım. Şimdi düşünüyorum
da, ellerimi nereye koyacağım yarın?