25 Kasım 2012 Pazar

Rüyayla hayal arasında

Gözlerini açtığında biraz evvel neler yaşadığı hakkında hiçbir fikri yoktu. Ama tanımadığı, daha önce gelmediği bir yerde olduğunun farkındaydı. Çevresinde duyduğu seslerin keskin bir pırıltıyla uzayıp kısaldığını sanıyordu. En azından öyle hissediyordu uyandığından beri. Tori Amos'un şarkılarında çıkardığı tınılara benzer sesler uçuşuyordu havada. Ne hafif ne de ağırdılar. Sesler üzerindeki yoğun baskıyı yumuşatıyor, sesler ruhunun derinliklerinden gelen keskinliği köreltiyor, sesler kaygıları buza çevirip paramparça ediyor, kaybediyordu, sesler... Sanki uyandığı ilk andaki gibi değildi geldiği yer şimdi. Şeyler daha güzel görünüyordu. Kafasını kaldırdığında yıldızlarla kaplı bir tavan gördü yukarda. Yere düşen yağmur taneleri gibi doluşmuştu yıldızlar tavan arasına. Kaldırımlara düşen yağmurlar kadar temiz ve açıktı gök. Sonra bunun rüya olduğunun ayırdına vardı ve kafasını terden sırılsıklam olmuş yastığa koyup kaldığı yerden devam etti hayallerine. Rüyalarını hayalliyordu. Belki de hayallerini rüyalamıştı. Buna uyanınca karar verecekti. Hatırlarsa şayet. 

Marc Chagall, Dream

21 Kasım 2012 Çarşamba

Şimdi biz seninle...

Karşı kıtayı boydan boya arşınlayan bulutlara bakakalıyorum öylece. 

Sözcükleri seçerken ne kadar dikkat ettiğime şaşar oldum. Geçtiğim bunca karanlık koridordan, yorgun yürüdüğüm uzun dönemeçlerden sonra, sözcükleri bir araya getirip cümleler kurarken, zihnimin içinde sabaha değin oynaşan harfleri nasıl bu kadar özenle yan yana koyup güzelce seslediğimi, sesler olduğumu hayretle izliyorum. Aylarca, hatta bir seneden biraz daha fazlaca bir süre için hayallerimi ertelemeye mahkum olan, her gün yeniden yaşamak ıstırabına katlanan, sevmelere niyetlenip yalan sevişmelere varan ben şimdi bütün evren içimde kıpırdanıyormuşçasına adım atıyorum bu dingin boşluğa. Zihnimde bu denli hızlı yer etmene hayret ediyorum. Olanca küfürle susturduğum masum serçelere odamın camını açıyorum şimdi. Bir sonraki gün hangi sürpriziyle ortaya çıkacak diye merak ediyorum doğayı. Ağır rutubet kokan kent sokaklarında çam okulu ormanların ferah kokusunu duyduğuma yemin edebilirim. Hiçbir şeyin keyfimi bozmasına izin vermeden, sonuna değin duyuyorum sevmeyi rengin binbir tonuna göz kırpan göğü izlerken. Geçtiğim caddelerin kaldırımlarında sevginin izini sürüyorum. Sonunda odama götürüyor beni o yol. 

Düşünüyorum da, gökkuşağı nasıl da odamdan yansır oldu sayende.

Şimdi biz seninle..

Gel, çiy tanem, uzanalım serin çimlere.

Summer Evening, Edward Hopper

15 Kasım 2012 Perşembe

Bir dakikalık kaygı duruşu

Sabah yine sana açtım gözümü. Karanlığı alışkanlık edinmiş küçük ve rutubetli odamın bir duvarını boydan boya kaplayan yatağımdan kalkmayı hiç istemeden uyandım bu sabah. Ayağımı yatağın dışına uzatmaya dahi üşeniyordum. Bunaltıcı gecelerini sevmediğim o günlerin sabahında beni sarıp sarmalayan ağır bir yorgunluk vardı bedenimin her yanında. O ter içinde uyandığım sabahlar geldi hemencik aklıma. Yazdan önceki o lanet sabahlar. 18 haziran gününden iki hafta önceye kadar hayatımı boka çevirmeye yetmiş olan sabahlar. Kayıp gitme duygusunun hakim olduğu, keskin bir paranoyaya yenik düştüğüm o tedirgin sabahlar vardı zihnimin bana yakın kıyısında. 

Komodinin üzerindeki bardakta bekleyen üç günlük sudan bir yudum aldım. Üç günlük dünya neyse, üç günlük su da o benim gözümde. Kafamın içindeki yılgınlığın parkeye akması birkaç dakikayı aldı. Üç günlük sudan ne beklersin? Uyuşuk beynimin serinleyerek ana geri döndüğünü hissedebiliyordum yavaş yavaş. ''Yavaş ol'' diyordu bir ses. İç ses değildi bu. Kulaklarımla duyuyordum söylenenleri. ''Onu hatırla ve gülümse şimdi. Bak, nasıl da seviyor seni'' diye bir cümle çıktı öncekinden sonra. Ağzımdan çıkanı kulağım da duyuyordu. Duyması daha iyiydi sanki. Anlama, alımlama süresini kısaltıyordu sözcüklerin ağzımdan çıkarken gece boyu kuruyan dudağıma değerek odanın darlığına karışması. ''Neden haksızlık ediyorsun ona?'' diye çıkıştı bu sefer içerideki. İçerideki kim, dışarıdaki kim diye sorma fırsatını bile bulamadan bir kez daha yankılandı sözcükler odanın nemden ıslak duvarlarında: Günaydın! Seslerin içimde bir yerlere değip titreşmesinin ardından oluşan, evrimini tamamlayan güve misali kozasından çıkan ve dışarıya akan aksak bir yolu izleyen her harfin kaba sıvanın altındaki yıllanmış tuğlalara çarptığını duyabiliyordum. 

''Seni kırdıysam özür dilerim'' diye mırıldandım kendi kendime. Kendimi -evet, bu doğru- demekten alıkoyamadım. Ayağımı yere bastığım andan itibaren soğuk zemin vücuduma karıncalarıyla saldırmaya başlıyordu aniden. Acımasızca. Hiç yılmadan yaptı bunu o kurşuni soğukluk. ''O soğukluğu hak ettin sen'' dediğini duyar gibiydim bana surat asan odanın. ''Kırdıysam özür dilerim diyeceksin'' emretti bana. Diyemedim. Ben de af dilendim. 

Girevska, Apologize