16 Kasım 2014 Pazar

Uyku Cini

tutuksuz bir dokunma öncesi
durakalan göl dalgası
dilinin ucuna değen
sıfatsız fiiller
yıkık dökük fırlıyor yerinden
bıçakla dayanıyor
tavanın en kızgın yerine
parmak izleri alazlanıyor
kirpik lekesi dudaklarında
gaipten sessizlik
vakitsiz sokak gürültüsü
zihnimin önünde perdeler
başından sonuna terz yüz
yaralı damar irkiltisinde
ilkel basamaklara
modern batıl inançlar
uğursuz uykucu
kapıyı kapat
içeri soğumasın.




12.11.2014, 22.28


8 Kasım 2014 Cumartesi

Ayın Suskun Hali

Yapma çiçekler bıraktı
uzak köşelerime
fikirsiz düşler
tekinsiz gülüşler
döşedi
kollarımın
en ince yerine
bilemedim
yenilmek değilmiş
güle suskun düşüşler
hangi merdivene
yaş dayadıysam
sükutumu altın
varaklı darbelerle
sesledi
hükümsüz
kimlikler serüveninde.


Kirpik ucundan düşürdüğün
kudretti yapraklar
üzerindeki damlacıklar
içine hapsedip
göğe saldığın
taklacı güvercinlerdi
çoktan vuruldular
bir yurtsuz kaplumbağa gibi
dönüp dururken
Hisar
sahilinde
lacivert.

Fanny Diaz, Dark Blue

27 Ağustos 2014 Çarşamba

Yanılgının Beş Yalın hali

Ahşap merdivenleri koşa koşa çıkmak olur bilfiil yatağa mahkûm olan bir yatalak hastanın arzusu. 

Koridorlarca yürüdü, yürümenin tadını unutmuştu, gri koridorlarda dikkatini dağıtan başka bir şey yoktu, yürüme işine odaklandığından sadece yürüme işini düşünüyordu, yürümekten başka bir şeye kaymıyordu gözleri. Gözlerini kapattığında daha iyi yürüdüğünü fark etti, bir adım ötesi uçurum da olsa azgın bir nehir de olsa tırabzansız bir merdiven de olsa yürümeyi sürdürecekti. Boşluğa adım atmak ne zamandır istediği şeydi. Boşlukta yürümenin keyfine vardığında çoktan ölmüş olabilirdi ama ne önemi vardı. Kuantumu delmek herkesin cesaret edemeyeceği bir şey olmuştu. Ya karada olup ayakları yere basa basa işkenceci oksijen zulmüyle yaşayacak ya da şeffaf geçirgen iletken bir tabaka üzerinde hiçliğin duvarlarıyla arzu tenisi oynayacaktı. Sahi arzu nesnesi ne demekti?

Hayatında hiç aşkı tutamamış bir insanın arzusu, yine yeniden aşık olmaktır sıcak ufuklarda.

Kafasını kaldırıp önünde uzanan denizin manzarasını kesen ağaç dallarına baktı, aklından bunu en son ne zaman yaptığı geçiyordu, başka hiçbir şeyi düşünemez olmuştu son zamanda. Bileğindeki ince bilekliğe baktı, çantasındaki kaçıncı el olduğunu bilmediği kitaba baktı, çantasına baktı, sol ön cebindeki cep saatini yokladı, yanında yöresinde olan, tuttuğu, dokunduğu, varlığını hissettiği her şey eskilerden kırık notalar damıtıyordu zihnine. Sahi arzu nesnesi ne demekti?

Bir kentzedenin aklında kurduğu firkete düşler arzusu, dünya döndükçe atmosferdeki basınca karşı koymak, kendi elleriyle kumdan kaleler inşa etmektir. 

Yengeçlerin döne döne suyun yüzeyine tutunmaya çalıştığı bir denize kıyı olan küçük bir kasabada saman sarısı bir deftere anılarını yazmakla işe başladı. Hayatının sayfalarını çevirdikçe yüzüne acı tatlı anıların aksi düşüyordu. Yirmili yaşlarının sonlarında geldiği bu yer bir yeni yer arayışına çözüm olmuş ancak içindeki yeni yerler bulma isteğini sonlandırmamıştı. Olsa olsa hafiflemişti yüreği. Hayatına anlam kazandırmak için şeker domatesler ekiyor, bahçesinde kaz besliyor, her sabah gün doğumunda serçelere bayat ekmek atıyordu. Sebzeler tazeydi, meyveler tazeydi, içtiği su tazeydi, çekirdekler tazeydi burada. Daha evvel hiç olmadığı kadar. Belki de cennete en yakın sahil burasıydı. Yine de dinmek bilmiyordu kızıl ufuklara yolculuk etme arzusu. Sahi arzu ne demekti?

Mersin balığının altın sarısı havyarına dokunmak olur bir ıssız kıyıda sulara ağ sallayan fakir balıkçının arzusu.

Gözlerine ağı çalınan bir esir olduğuna inandırdı kendini, bu kıyılarda Antik Yunan zamanlarında esir alınan korsanların gözlerine ağu çalınır, köle pazarlarında satılırdı, parmağındaki yara izine baktı, bu topraklardan ona kalan yara izinden başka bir şey değildi, asabileşen ruhuna boylu boyunca açılan kesikleri saymazsak. Korkuyla cesaret arasında titreyen elleriyle tuttu sandalın kenarından, tek bir adımla bir celsede bindi, yeni bir dünyanın tropik ormanlarında ılık yağmurlarda ıslanmak arzusuyla. Sahi arzu nesnesi ne demekti?

Bir eski zaman seyyahının şimdiki zaman arzusu, geçmişin tozlu raflarına yeni reçel kavanozları dizmektir.

Kentin banliyölerinden birinde yürürken duvarlarda yıllar evvelinden kalma ilanlar, İstanbul'un gazinolar dönemini yansıtan artist resimleri, Yeşilçam’daki porno film furyasından izler taşıyan film afişleri gördü. Ne kadar zamandır orada olduklarını kestiremedi. İnsanlar hakikaten bir zaman çok sevdiği, ulaşmayı istediği, üzerinde egemenlik kurmak için yanıp tutuştuğu bir şeyi bir zaman sonra solmaya, sararmaya, ölmeye terk ediyordu. Tıpkı o dönemlerde bu mahallede yaşananlardan sonra mahallenin akıbetinin baştan aşağı değişmesi gibi. Öncelerde kalburüstü sayılan bu yer zamanla kenarın da kenarına itilmiş, bir başınalığa bırakılmış, değnekçilerin cirit attığı bir yer halini almıştı. Sahi arzu nesnesi ne demekti?

Yaşarken asla sormamıştı bu soruyu kendine. Sadece yaşamayı diliyordu o zamanlar. Akıma ayak uydurmak, bedenini hafifçe akıntıyı şiddetlendiren girdabına bırakmak, başka maskelerle başka arzular düşlemek daha çok mutlu ediyordu onu. Bütün bunlar zihnindeki kalın surlara topyekun saldırırken, elini uzattı, sağ koluna yakın duran çakmağı alıp sigarasını yaktı. Son bir gayretle.


Paul Gauguin, Whence Come We? What Are We? Whither Go We?

3 Ağustos 2014 Pazar

Bir anlığına duraksayıp düşünüyorum

Biliyorsun
Karşıdaki ilk tepenin ardında
bizi çağıran liman
ilk tepenin ardı
Bizim ilk öpüşümüz
denizin kıyısına
çağırıyor bizi
şimdi
Olympos Dağı’nın
kutsanmış eteklerindeyiz
Karşıya bak
yelkenliler hücum ediyor
alaca güneşe ufukta
İlk öpüşümüz
gökyüzünün yaprağa dokunduğu yerde
duyduğum ritimlere eşlik ediyor
doğanın kendiliğinden
dans edişi değil mi bu?
Kafanı yukarı kaldır
bakışlarını ağladığın yerde
ebruli kıyamet bölüyor
ortadan ikiye
göz aydınlığımızı
lime lime kesiliyoruz
İlk öpüşümüz
aklıma geldiğinde
coşkun bir ırmağa dönüyor
damarlarımın içinde akan
soluk benizli ihtiyar
İlk öpüşümüz
sürahiden bardağa dolan
suyun akış hızı kadar
kimse ne denli ani olduğunu
kestiremiyor
Bizden başka.

The Kiss, Edvard Munch

1 Ağustos 2014 Cuma

Pencerenin önünden geçiyorsun

şiirden bir duvarın önünde 
oturuyorsun
huzurlu sözcükler 
koyuyorsun
duvardaki çatlakların arasına.
duvarın kıyısından
sedir ağaçlı 
bir bahçeye bakıyorsun
sedir ağaçları 
sana bakıyor
göğe uzanıyor
ellerinden tutuyor
seni bana getiriyor
senden başkası 
nasıl tutsun dallarından
iğne yapraklı ağaçların
kim direnir yalnızlığa 
ürkekçe bu denli
yalnızlığı kim tüketir
sarı sedir ağaçları arasında.



Van Gogh, Cedar Trees

22 Temmuz 2014 Salı

İntihar Sözleşmesi

doğarken ölüyor
yaşarken öldürüyoruz
öldüre öldüre
büyür müyüz?
terazinin hangi kefesi
daha ağır
ayaklarımızın altı 
otların kanı
hayvan mezarlığı 
iskelet odalarımız.
bir öldürsek,
iki nefes alsak,
üç yaşasak,
ne fayda?
biz çoktan doğurduk
korkulu kasveti
kara toprağı
kana buladık
alaca serçelere
kefen biçtik
fok balıklarına
kimin ateşi değdi
hangi yöne doğru 
batıyor tırnağım?
yoruyor beni
göğe tükürmek
acele etme
gökyüzü 
kan damıtıyor
soluk damarlarımıza
çuvaldız diziyor
sen yaşıyorsun
biz yok artık
ben öldüm
kibrit çakıp yakın derimi
yağlı organlarımı
Zerdüşt beni bekliyor.


19 Temmuz 2014 Cumartesi

Bu alan bir inşaat proje alanıdır

dokunsa ya dileklerim dudaklarına
uzak diyarlarda
klonumun belki
göğsünde bir gül açar.
susuzluğa dalar gökyüzü
barajlar ne zaman boşalır?

bulutlar sana kovalent bağlı
sözcükler molekülleri anımsatıyor
yüreğimi mikroskopta göremiyorum
niye kan akıtıyor soğan zarı?

kırık metre kopuyor orta yerinden
rüzgar hangi yönde sevişiyor baretimle?

yıkık pencereden sarkan yalnızlığım
pervazda geziniyor usulca
aşağı itiyor gözlerimi
alıp kiril alfabesi
bir tabelaya yapıştırıyor
uzak bir stepte
bilinmez bir tamlamayım.
sıfatım yok, ismim yitik
gökkuşağında
fiilimsiler konuşuyor.

The City, Edward Hopper

15 Temmuz 2014 Salı

Hayal Ormanı

Ağaçtan düşen kahve çekirdeklerini teker teker saydı. Yüz otuz sekiz. Yüz otuz sekiz kahve çekirdeğinin yarısından çoğu çürümüştü. Geriye kalanların büyük bir kısmı parçalanmış, ortadan ikiye ayrılmıştı. Ancak çok küçük bir kısmı kusursuz kahveyi yapacak denli güçlü ve tamdı. Beyaz bir tepsiye koydu çekirdekleri. İçlerinden en kara olanına gözünü dikmişti. Sol elinin başparmağı ve işaret parmağıyla kavrayıp güneşe tuttu. Kabuğu dikdörtgenler prizması gibi parlıyordu. Yüksekten aşağıya indirip burun hizasına getirdi. Çam kozalaklarına benzer kesif bir koku. Dudak çizgisine denk getirdi ve tek hamlede ağzına attı en kara çekirdeği. Solungacına çapa saplanmış bir balığın hissettiği gibi acı bir tat kaldı geride.

Yaşamında bağbozumu mevsimi başladı. Uğruna didindiği hayalleri hasat etme vakti geldi. Sağ elinde biriktirdiği umutları an be an büyürken, sol omzunda bir yük gibi duran eskiliklerin anıları siliniyordu zihninden. Uzak bir köyde, pejmürde bir kır kahvesinde, sinek avlayan bir sahil gazinosunda, eski bir küçük parkta yalnız o geliyordu aklına, asmanın en kara üzümüydü o.

Arkasını döndü ve parıldayan yıldızlara doğru yürüdü. Son bir kez ağaca baktı. Ağacın kabuğuna bir sekiz çizdi zeytin gözleriyle. Gök ters yüz oldu. Sararan yapraklı ağaç sonsuza yürüdü.

Bulunduğu yerden uzaklaşırken, sözcüklerle donattığı kağıt gemiler bıraktı ormanın kıyısına. Gölgesi karanlığa dağlanmıştı. Işığa dokunamıyordu artık.

Yellow tree trunk, Edvard Munch

27 Haziran 2014 Cuma

Düşüşümesi

Ben gelecek için hayal kurarım ama plan yapmam.

Önündeki soğuk pirinç pilavından bir kaşık daha aldı yoğurda daldırdığı kaşığı ağzına götürünce damağına soğuk bir yağ tabakası dağıldı diğer elinde işaret parmağı ve orta parmağı arasında tuttuğu sigaradan çektiği yudumla damağındaki yağ tabakasını eritip gözleriyle gazeteyi okumaya koyuldu haberde şöyle diyordu eve geldiğinde pilav tenceresini soğuk bulan adam önce karısını sonra üç ve dört yaşlarındaki iki çocuğunu boğarak öldürmüş kendini de beş saat boyunca eve kilitlemiş.

Herkes kendi içine baksın.

Aynayı kendi yüzüne çevirdi bu sefer son bir haftada yüzünde oluşan çizgileri dikkatle inceliyordu şimdi hangi bahardan kalma olduğu belli olmayan bir gülümseme dudaklarına yayıldı bıçağın kör tarafıyla elmanın kabuğuna yüzündekinin aynı derin çizgiler açıyordu her bir kesikten sarımsı bir su akıyor kenarlarında adi çiçek desenleri olan porselen tabağa yayılıyordu gecenin karanlığı odanın zeminine uğrayalı çok olmamıştı.

Üzerimizde sessiz bir uğursuzluk var.

Gecenin bir yarısı iki kat yukarıdan parlak bir çığlık geldi çığlığın keskinliği ellerini titretiyordu bir cesaret ayakkabılarını ayağına geçirdi dışarıda buldu kendini gitmekle gitmemek duygusuyla dairesi ve merdivenler arasında mekik dokuyordu apartman boşluğuna düşen ay ışığına düşen aksini fark ettiğinde irkildi üstüne bir şey almadan dışarı atılmıştı huyu değildi halbuki gerisin geri odasına döndü.

Hayallerden başka yaşanmışlığımız yok.

Kaldığı odanın penceresinden elini uzattı bozkırın ılık esintisi bir yandan parmaklarına değiyor bir yandan da saçlarını havalandırıyordu ne zamandır böyle bir özgürlük hissine sahip olmamıştı odasına dolan taze biçilmiş ekinin kokusu içindeki yalnızlık hissini az da olsa atlatmasına yardımcı oldu ya özgürlüğü seçip bedenini sokağın zeminine çarpacaktı ya da doğup büyüdüğü kentte sıcak yaz günlerinde kavrulacaktı özgürlüğün tadı yeni çıkan turfanda gibi taze geliyordu damağı aldığı zevkten uyuşuyordu.

Ahura Mazda hala uyumuyor.

Niyeyse.

The Dream, Salvador Dali

30 Nisan 2014 Çarşamba

Kin büyüyor derialtı hücrelerimde

Karıncayiyen hüznünü içime çekerek yürürken hissettiğim dağınıklık hissini nasıl yeneceğim? Kent neye yarar harabelerle sevişirken? Durağan otobüs duraklarında geçen ömürleri nasıl geriye akıtmalı? Kim bilecek başa dönen ömürleri delen korku boşunalığını?

Tümce deliliğimi hançerleyen birisi girdiğinde hayatıma, bedenimde açılan delikleri ucuza kiralarım saat satan bir yabancıya. Muz cumhuriyetine döner bezgin tenim. Dengini bulana kadar su yorgunluğu kaplı bir susuzluk sıkıntısı egemen olur aklımın uzak köşelerine. Sahi, zihnimin hangi köşesi bahar serinliği?

Kuğu dilini kaptırınca çarklı dişliye, lâl olur, akıtırmış içine ezgisiz kaygısını. Bir kuğu gibi irislerimde duyduğum çığırtkanlığı nasıl çoğaltacağım suyun derininde?

Toprağın her karışını bilek bilek tırmalayan ellerimle ne kadar saflaşabilirim batıkların karanlığında? Denizin dibindeki balçığa saplanıp duran bir kaya balığıyım. İğneleri kırılmış. Nefesiyle boğulur savunmasız solungaçlarından. Yüzmek maharet ister tuzlu gözyaşımda.

Kızgınım doğuştan babama. Beni fırlattı bir dipsiz kuyuya.

Porselen kırıklarını kayganlaştırıyorum ayak derimle. Parmak aramda cam yarası. Genzimde insan olma farkındalığı. Kimin nefes borusu kanamaz ayrılığın eşiğinde beklerken?

Ölmeyi beş dakika daha erteliyorum şimdi her sabah çalar saati duraklatıp bir sonraya.

Dikenli yorganlar altında vardığım rüyalar kâbus değil de ne? Gökyüzünde hangi bahtsız bulut bir başına gezinir ki? Sonunun ufukta prangalar olduğunu bile bile.

Yergiyle açıp kapattığım ağzıma kızılkara bal çalıp dünyayı daha tatlı algıladığım olur bazen. Bazı kerelerde günışığıyla çiftleşen kirpiklerimi bir yabancının tenine saplayıp arsızlığı arşınlarım. Nefesim değdikçe kıpırdanır uzak bedenlerin irinli dehlizleri.

Et yığınlarına sokup çıkardığım parmak uçlarımla yumuşak kulak mememe dokunuyorum. Toplum hazır mı duymaya çıplak gerçekliği? Bakire prenseslerle düzüşen kralların saltanatını alaşağı edecek cesareti hangi terli yürek bahşedecek bana?

İsimlere gereğinden fazla anlam yüklemek niye?

Bedenimdeki çürükleri pul pul dağıtıyorum sokak dilencilerine caddeye kurşun atarken adımlarımla.

Kabuğumu kırdığında artakalan dağlanmış deri neyse, odanın yüzünde bıraktığın keder de o. İkisi de seni hatırladıkça kanıyor içime.

Dönsün, dönsün, dönsün atlıkarınca yine. Kaynayan kaplıca suları pek kafa dengi.

Revenge feeds revenge, Anders Tomlinson

25 Nisan 2014 Cuma

Salâ ile bölündü kan uykusu

Ayetler yitik kopuk
aforoz edilmiş tüm sureler
meshin sahte gözyaşlarında saklı.

Küf kokulu hadisler
bakir rızkına çivileniyor
hiçliğe vurgun çocukların.

Sur'a dudak bükerken
iki yüzlü cennet meleği
egemen kılınıyor piçlik cennetine.

Ceset kokusu sinmiş
 etçil kaos ve kolonyal yakarışlar
minarelerin irinli basamaklarından
akıyor
erotik tarikat odalarına.

Deccal bir zamanda tanrı olmak 
kolay değil mi sence de?

ya Rab?


Bernard Smol, The Prophet Job

23 Nisan 2014 Çarşamba

Sana baktığımda

Yüzüme taze fidan sevinci
dikiliyor sana bakarken.
Göğsümde sütten kesilmiş atlar 
dört nala koşar oluyor.
Uçumsuz bir açlık 
zapt ediyor ellerimi.
Her bakışında 
yollar sana çıkan firkete.
Yeğni bir rüzgar ekiliyor
Güneş sırılsıklam
nefesinde eriyor.

Seninleyken gökyüzü
imgeler uçuşuyor 
yelkene tutulan yüreğimde.
Aşk alabanda! 
Sisli bakışlarınla
sevişme sırası geldi.
Son söz sende.


Edward Munch, Kiss



21 Nisan 2014 Pazartesi

Bekareti Delen Hüzün Çiçeği

Gelenek-dışılık gelenek-dişiliğe 
döndüğünde,
su eridiğinde diz kapaklarında,
kan bulaştığında kasıklarına,
kadın olursun 
bu kısrak tedirgini düzende.
Cinsine ters bak
ve yık
normatif sözcük kurgusunu,
ters yüz et
astarını bu titrek kurmacanın.
Savaşa çağırıyor algını
mağlubiyet harfleri 
sıçrarken ince deliğine,
galibiyete sırtını çevirme.
Arınma büyüsü
yakında.


Paul Gauguin, Loss of Virginity

19 Nisan 2014 Cumartesi

Bütünlemeye Kalan Galibiyet

Yüreğim bitpazarı şu sıra.

Benim uyduğum çemberin çapı büyük geliyor bana artık.

Çevresinde koşup duruyorum bir ilahi boşluğun.                                

Kapıda güpgüz bir ilkbahar beni bekliyor. Benim doğamın yeşerdiği mevsimi sarılık işgal ediyor. Tomurcuklar arasında hepatit C salgını başlıyor.

Her gündoğumunda adımlarım vapurdumanında sürüklüyor beni.

Kalabalığın martı hırçını sesi beni duvardan duvara çalıyor.

Sesim alçalıyor. Kaygılarım sirrüs bulutlarına değin erişiyor ertesinde.

Bir ayrılık ağına takılıyor aklımdaki hayaller, umutlar, rüyalar. Kapı deliğinden salona varan bir düdenden ibaret kalıyor çıkar yol. Başka bir akıntı yürürlüğe giriyor. Yeniden yeniliyor kent. Pencere pervazından sokağa taşan madeni paraya yeniliyor, toparlanıyor, ayaklanıyor, ama yine yeniliyor.

Ormanı sevmek akasyadan ötürü hep zor geliyor. Baltayla kesmeye kalkarken kıymık batıyor elime ağaçların sürgün verdiği bu ormanda.

İlkin kendime soruyorum, biraz sonra kendime sorduğum soruyu kendim yanıtlıyorum, en nihayetinde inlerken buluyorum kendimi zihnimdeki boşlukların bir adım ötesinde.

Aynaya bakınca çürümüş bir tümce sarkıyor içime:

Eksik cennette ölüm var, ormanda ölüm yokmuş.


Kazuya Akimoto, The Total Defeat

3 Mart 2014 Pazartesi

Kafamın İçindeki Senle Monologlar

Ben: Kent içinde bir feodal yalnızlığım. Etrafıma duvarlar ördüm, içimde pişmanlık üzümleri yetiştiriyorum.

Sen: Bazen kendimi kaldırım taşlarının arasındaki sigara ölülerini sayan bir uçarı balık sanıyorum. Ama çoğu zaman uzayda süzülen çiçeklerin içine dolan bir polen tanesi olmaktan öteye gidemiyorum.

Ben: Terzi bedenimde boylu boyunca açılan delikleri kaç kuruşa dikebilir bilmiyorum. En nihayetinde vücudumun her köşesi yarım kalmış rüyaların imha edildiği piçliğin arka bahçesi. Tıpkı senin gibi.

Sen: Dikenler serili çakıl döşeli yolun çatlakları arasına. Nereye varacak bu kanlı geçit arzuların kanat uçumu uzaklığını aşınca?

Ben: Sen böyle konuştukça sözcükleri yeniden yeniden sökmeyi, cümleleri tam ortasından büküp kırmayı, paragrafları taze bilenmiş bıçakla doğramayı, kitabın sayfalarını asitli duygularla çürütmeyi istiyorum sırf seni üzenleri silmek, silkeleyip balkondan düşürmek için.

Sen: Her seferinde, ''Acısını böyle çeken aşkı kim bilir nasıl yaşıyordur?'' diyordun bana. Unutma.

Ben: İçimdeki fırtınaları yalnızca ben duyuyorum. Kopan bulutların beynimin bir hücresinden öbür hücresine geçişi ağır bir travma. Harfler zarla çevrili irinli gemilerden dökülüyor kanlı okyanus damarlarıma. Dilim dönmüyor. Gözyaşlarım tuzlu birer nehir gibi kareler çiziyor yüzümdeki derin gözeneklerin arasında. Kirpiklerim el salladıkça kaşlarım inip çıkıyor kalp atışlarımla uyumlu. Yüreğim el vermiyor başka yabancı kalplere. Üzüldüğüyle kalıyor dilim. Sesler paramparça. Nefesim kırık. Sen anlamıyorsun beni. Öylece duruyorsun kapının eşiğinde.

Sen: Bedenim savruk bir zaman makinesi şimdi. Geçmişimle geleceğim arasında muğlak bir sandal, bir balıkçı kulübesi. Yakamoza yenik düşen yüzüm artık parlak duruyor karşısında ölümün. Ölülerin son bakışı eşlik ediyor öğle yemeklerime. Kaşığın ucu cesedin üzerini saran morarmış ete değdikçe dilim çatallanıyor. Kırkikindi vakitlerinde ölememek böyle bir şey.

Ben: Yoklukla varlık arasındaki ince çizgide adımlarım kamaşıyor, ayaklarım dolaşıyor, ellerim titremekten durmuyor, her şey seninle. Ben bile. Alıp götür beni. Haydi.

Sen: Ağlarken gözyaşların kadar parlak değil yıldızlar bile, belki daha şekerliler ama asla parlak değiller.

Arkadan o anda çalmaya başlıyor şarkı, ağlamak güzeldir, süzülürken yaşlar gözünden...

Aldırma, senin tam da benden beklediğin biçemle sesleniyorum sana.

12 Ocak 2014 Pazar

Bedenimin Gölgesi Aynaya Düşüyor

Yaşım ilerledikçe, dizeler bana sövdükçe, sözcükler beni hırpaladıkça, dallarımdaki olmamış meyveleri kargalar kopardıkça, serçeler bedenimin kovuklarına yuvaladıkça, öngörülü cümleler saldıkça köklerini etimden dışarı, sevmeye olan isteğim ve inanışım eriyor mum gibi bir daha mum olamamacasına.

Mum kumaşa damladığında sarımsı bir iz bırakıyor, açılan kaygan oyuklara beni mahkum kılıyor. Geniz yakan bir tortu kalıyor geride. Sıra sıra diziyor beni kumaşa babaannemin yorgan iğnesiyle kalın ipliğe dizdiği çarşı boncukları gibi. Hepsi parlak ve keskin. Sanki her şey kimyevi. Her gün münzeviliğin daralıp ufalıp cebimize girdiği Kur’an sayfaları kadar dünyevi. 

Mümkünsüz olan ne var iki elin parmaklarının kesişerek değmesinden başka bir sokağın tavanında?

İmkansızlığın kıyısında biriktirdiğim sedefli sandıkların hepsi birden iki dalgayla alabora oluyor ve babaannemin özenle dizdiği boncuklar iplerden ayrılıp kumların arasında yitiyor. Boncuklar incileşiyor önce, ancak zamanla sararıp matlaşıyor, değersiz çakıl taşlarına benzeşip maviliğe karışıyor.

Her şeye rağmen yaşıyorum. Ben buradayım cümlesini yinelerken burnumdan alıp ağzımdan dışarı veriyorum doğanın bana bağışladığı iki oksijen bir hidrojeni. Yaşıyorum. Ölümden değil, varlığımın sona erecek olmasından değil, kalın başlı mezarlık yılanlarından, et yiyen kara çıyanlardan, sivri bacaklı kırkayaklardan değil, ölüm anında acı çekmekten korkuyorum. Ölümden sonrası kolay. Vücut yaşarken kaybettiği kandan geriye kalan üç bardak sıvıyı toprağa boşaltıyor, morarıyor, çürümeye başlıyor. Yalnız ölüm anında nefes daralıp kalp sıkışıyor bütün beden sürekli bir krampla silkelenip titremeye başlıyor. Uzun değil bunların hepsi üç beş saniye kadar sürüyor. Sonrası sonsuz bir mısır tarlası.

Bir kere öldükten sonra bir dahaki ölüme değin ne kadar yaşar insan?

Ölmeyi hatırlatırken kendime, bir yandan da aynanın kırık parçalarını bütünlüyorum el ayamda. Bir nefes değiyor eğreti cama ardında silik bir buğu bırakarak. Yırtıklarla dolu bedenimi askıya asıyorum. Gölgem beni terk ediyor.