Ağaçtan düşen kahve çekirdeklerini teker teker saydı. Yüz
otuz sekiz. Yüz otuz sekiz kahve çekirdeğinin yarısından çoğu çürümüştü. Geriye
kalanların büyük bir kısmı parçalanmış, ortadan ikiye ayrılmıştı. Ancak çok
küçük bir kısmı kusursuz kahveyi yapacak denli güçlü ve tamdı. Beyaz bir tepsiye
koydu çekirdekleri. İçlerinden en kara olanına gözünü dikmişti. Sol elinin başparmağı
ve işaret parmağıyla kavrayıp güneşe tuttu. Kabuğu dikdörtgenler prizması gibi
parlıyordu. Yüksekten aşağıya indirip burun hizasına getirdi. Çam kozalaklarına
benzer kesif bir koku. Dudak çizgisine denk getirdi ve tek hamlede ağzına attı
en kara çekirdeği. Solungacına çapa saplanmış bir balığın hissettiği gibi acı
bir tat kaldı geride.
Yaşamında bağbozumu
mevsimi başladı. Uğruna didindiği hayalleri hasat etme vakti geldi. Sağ elinde
biriktirdiği umutları an be an büyürken, sol omzunda bir yük gibi duran eskiliklerin
anıları siliniyordu zihninden. Uzak bir köyde, pejmürde bir kır kahvesinde,
sinek avlayan bir sahil gazinosunda, eski bir küçük parkta yalnız o geliyordu
aklına, asmanın en kara üzümüydü o.
Arkasını döndü ve parıldayan yıldızlara doğru yürüdü. Son bir
kez ağaca baktı. Ağacın kabuğuna bir sekiz çizdi zeytin gözleriyle. Gök ters
yüz oldu. Sararan yapraklı ağaç sonsuza yürüdü.
Bulunduğu
yerden uzaklaşırken, sözcüklerle donattığı kağıt gemiler bıraktı ormanın kıyısına.
Gölgesi karanlığa dağlanmıştı. Işığa dokunamıyordu artık.
Yellow tree trunk, Edvard Munch