22 Temmuz 2014 Salı

İntihar Sözleşmesi

doğarken ölüyor
yaşarken öldürüyoruz
öldüre öldüre
büyür müyüz?
terazinin hangi kefesi
daha ağır
ayaklarımızın altı 
otların kanı
hayvan mezarlığı 
iskelet odalarımız.
bir öldürsek,
iki nefes alsak,
üç yaşasak,
ne fayda?
biz çoktan doğurduk
korkulu kasveti
kara toprağı
kana buladık
alaca serçelere
kefen biçtik
fok balıklarına
kimin ateşi değdi
hangi yöne doğru 
batıyor tırnağım?
yoruyor beni
göğe tükürmek
acele etme
gökyüzü 
kan damıtıyor
soluk damarlarımıza
çuvaldız diziyor
sen yaşıyorsun
biz yok artık
ben öldüm
kibrit çakıp yakın derimi
yağlı organlarımı
Zerdüşt beni bekliyor.


19 Temmuz 2014 Cumartesi

Bu alan bir inşaat proje alanıdır

dokunsa ya dileklerim dudaklarına
uzak diyarlarda
klonumun belki
göğsünde bir gül açar.
susuzluğa dalar gökyüzü
barajlar ne zaman boşalır?

bulutlar sana kovalent bağlı
sözcükler molekülleri anımsatıyor
yüreğimi mikroskopta göremiyorum
niye kan akıtıyor soğan zarı?

kırık metre kopuyor orta yerinden
rüzgar hangi yönde sevişiyor baretimle?

yıkık pencereden sarkan yalnızlığım
pervazda geziniyor usulca
aşağı itiyor gözlerimi
alıp kiril alfabesi
bir tabelaya yapıştırıyor
uzak bir stepte
bilinmez bir tamlamayım.
sıfatım yok, ismim yitik
gökkuşağında
fiilimsiler konuşuyor.

The City, Edward Hopper

15 Temmuz 2014 Salı

Hayal Ormanı

Ağaçtan düşen kahve çekirdeklerini teker teker saydı. Yüz otuz sekiz. Yüz otuz sekiz kahve çekirdeğinin yarısından çoğu çürümüştü. Geriye kalanların büyük bir kısmı parçalanmış, ortadan ikiye ayrılmıştı. Ancak çok küçük bir kısmı kusursuz kahveyi yapacak denli güçlü ve tamdı. Beyaz bir tepsiye koydu çekirdekleri. İçlerinden en kara olanına gözünü dikmişti. Sol elinin başparmağı ve işaret parmağıyla kavrayıp güneşe tuttu. Kabuğu dikdörtgenler prizması gibi parlıyordu. Yüksekten aşağıya indirip burun hizasına getirdi. Çam kozalaklarına benzer kesif bir koku. Dudak çizgisine denk getirdi ve tek hamlede ağzına attı en kara çekirdeği. Solungacına çapa saplanmış bir balığın hissettiği gibi acı bir tat kaldı geride.

Yaşamında bağbozumu mevsimi başladı. Uğruna didindiği hayalleri hasat etme vakti geldi. Sağ elinde biriktirdiği umutları an be an büyürken, sol omzunda bir yük gibi duran eskiliklerin anıları siliniyordu zihninden. Uzak bir köyde, pejmürde bir kır kahvesinde, sinek avlayan bir sahil gazinosunda, eski bir küçük parkta yalnız o geliyordu aklına, asmanın en kara üzümüydü o.

Arkasını döndü ve parıldayan yıldızlara doğru yürüdü. Son bir kez ağaca baktı. Ağacın kabuğuna bir sekiz çizdi zeytin gözleriyle. Gök ters yüz oldu. Sararan yapraklı ağaç sonsuza yürüdü.

Bulunduğu yerden uzaklaşırken, sözcüklerle donattığı kağıt gemiler bıraktı ormanın kıyısına. Gölgesi karanlığa dağlanmıştı. Işığa dokunamıyordu artık.

Yellow tree trunk, Edvard Munch