5 Mayıs 2012 Cumartesi

gündüz düşleri



Elindeki kitap üstündeki ince pikeden aşağı kayıp yere düşünce, uyanmak zorunda kaldı. Etrafına bakındı. Her gündüz uykusunun sonunda olduğu gibi ''Neredeyim ben?'' diye sordu kendine. Hemen anladı, yine üç uykusuna yatmıştı. Üç, atlatması güç. Her gün bu vakitlerde uyku bastırıyor, dinmek bilmiyordu. O da çareyi kafasını yastığa koyup uzaklara dalmakta buluyordu.

Bugün başkaydı. Başka bir gündü bugün. Gözlerindeki çapakları eliyle kabaca temizledi. Yüzünü yıkamaya bile üşeniyordu. Üstündeki ince pikeden sıyrılarak indi. Beton zemin ılıktı hala. Ayağı yerle temas ettiğinde oluşan o hoş ılıklık hissi bütün bedenine yayıldı. Ayaklar en hassas uzuvlardı vücuttaki. En kalın deriye sahip olsalar da... Karşı pencerede batmakta olan güneşe gözleri takıldı. İçeriye kızıl ışınlar hücum ediyordu. Gölgesi duvara düşmüştü. Koltuğa dayanarak ayağa kalktı. Yavaş adımlarla pencereye doğru yaklaştı. Ahşap pervazlı pencereyi açtı. Ellerini pencere pervazının iki tarafına koydu, bedenini pencerenin altındaki alçak boşluğa yasladı. Güneş kentteki evleri yetim bırakarak ayrılıyordu. Kendisinden başkasını umursamıyordu, güneş. Birazdan Kuzey Afrika kıyılarından da elini eteğini çekecekti. Karşı kıyıda oryantalin en oryantali Fas vardı. Sıcak rüzgarlar esmeye başlayınca nasıl kahve kokusu dolardı kent meydanına. Bu kentte yaşadığı günden beri, beyaz yapılar, Emevilerden kalma birkaç cami, kilise ve katedralin çevrelediği kent meydanı gelirdi hemencecik aklına. Keşke her şey bundan ibaret olsaydı. Kimsenin kentteki yapıların birbirlerine olan aşkından haberi yoktu. Mağribi kızla Hristiyan gencin aşkı vardı katedral ve cami arasında. Asla kavuşamayacak iki sevgiliydiler onlar. Kentin meydanındaki fıskiyeler ile bulutlar arasında da bir aşk vardı. Bulutlar asla eğilmeyecek, fıskiye de serin dudaklarıyla öpemeyecek, bulutlara yüz süremeyecekti. Öyle bir düzeni vardı işte bu kentin. Bunları düşünmek ona acı veriyordu. Besbelli kendinden başka bunu düşünen de yoktu. 

Güneş karşı kıyıya ulaştığında, yarımadadaki ışıklar da sönmeye başladı. Evler sokağın başından itibaren  üçerli beşerli ışıklarını kapatıyordu. Derin bir kaybolmuşluk hissine sarıldı. Bundan başka neyi vardı? Bu esrarlı kentte, bu kırık talihli kentte başka neyi düşleyebilirdi? Ya gündüz düşlerine teslim olacak ya da bulutların izinde Mağribi kızı görmeye gidecekti. Hiç kavuşamayacak olsalar da bulutları izleyerek kendine yol çizmek hoşuna gidiyordu. 

''Bulutlar dünyayı geziyor, bulutlar yaramın üzerindeki pamuk'' diye düşündü karşı karayla aralarına giren sonsuz dalgalı deniz gözüne çaldığında. ''Göğü sepetine toplayan/kadın saçları karanlığa/dolaşık.'' 

not: tablo, edward hopper'a aittir.