16 Mayıs 2013 Perşembe

Veda


Yüksek tepelerin ardında sıralanan yel değirmenlerinin iki yandan kuşattığı dört şeritli asfalt yolda eve dönerken, gerisin geride şehirde bırakmaya yemin ettiğim, hüznümü önceleyen duygular var içimde yine. Hiç geçmeyen bir burukluk, yenik düşme, mahcubiyet ve kendileşme hali. Her an zorlaşıyor toprakta kesik adımlarım. Artık tozpembe sözcüklerden acı ve keder masalları anlatmaktan yıldım.

Evden uzakta, Anadolu’nun herhangi bir yerinde hissettiğim neşe yerini suskunluğa bıraktığında, sözcükler cımbızın keskin ucunda parçalandığında ağzımdan dışarı salarken kuru dallarını, kurduğum düşler teker teker umutsuzluğun tuğlaları altında ezildiğinde, sonsuz ilkbahar yahut yaz tahayyüllerinin ellerimden çoktan kayıp gittiğini ve salınarak gökyüzündeki yerini aldığını anladım. Bir umut dedim kendi kendime, bir umut. Ancak geriye bir şey kaldı yalnızca. Kırık müzik kutularından çıkan bozuk nağmelere benzer bir tekdüze tını.

Sokağın başındaki sokak lambasının altına vardığımda, birkaç gün evvel ülkenin bir sahil kentine yaptığım seyahat bütün ayrıntılarıyla yeniden sahnelenmeye başlayacaktı zihnimin perdelerinin gerisinde. ‘’Ellerimi nereye koyacağımı bilmiyorum’’ cümlesi uğuldarken kafamın içindeki dehlizlerde, dışarıda kurmaca bir dünyanın kapıları aralanıyordu. Işık perileri sokak lambasının yaydığı pembemsi turuncu ışıkta dans ediyordu. Dokunmak, ulaşmak istediysem de başaramadım. Tene değen zeytinyağının değdiği yerde bıraktığı o kayganlığa benzer duygular tattım orada. Bir tanım yapmak çok güçtü. Tarifi yoktu. Kayıp gidiyordu işte.

O an yaşadıklarımın bir düşün ardında bıraktığı kırıntılardan başka bir şey olmadığını öğrenmem uzun sürmedi. Kendi ellerimle kurduğum kaleleri yine kendi ellerimle yıkmıştım. Şimdi düşünüyorum da, ellerimi nereye koyacağım yarın?