19 Nisan 2012 Perşembe

gidenlerin türküsü


'Ölmüş' diye haykırdı telefonda. Ölmüştü. Bir zamanlar öyle severek bahsettiği, sonra arkasına bile bakmadan tek gecede terk ettiği ölmüştü. Garip olan, yaşanılan bunca şeye rağmen bir türlü onu zihninden silmeyi başaramamasıydı. Evet, halen seviyordu onu. Ayrılıktansa ölüm daha acı geliyordu. Çünkü daha gerçekti ölüm. Ayrılık yalnızca suretinin silinmesi demekti. Ölüm kalpte açık bir yara bırakırdı. Ölüm her anlamda yitiklikti. Ölüm, fiziksel ve ruhsal çöküntüye eşlik eden bir boşluk hissiydi. Ölüm, gözlerini kapadığında aklına gelen onca şey arasından 'ona' ait imgelerin bir bir azalmasıydı, belki de kendini daha da güçlü hissettiğin üç beş saniyelik bir tutulma anından ibaretti ölüm, buranın zamanıyla değil, ışık zamanıyla düşün. Ölüm ardından seslendiğinin geri dönüp bakmamasıydı muhtemelen.

Yere uzandı. Burnunun ucundan halıya akan zamanı düşündü. Tuzlu, kesif bir ter damlasıydı zaman. Halıfleksin sırtında bıraktığı izlerle birlikte doğruldu. Sırtında yerden bir parça taşıyordu. Soğuk betonun vücuda değdiği anda ürperen bir kıl yumağını andırıyordu sırtı. Odanın köşesinde kendine dahi hayrı olmayan elektrik sobasına doğru yaklaştı. Ne hikmetse üzerine astığı çorapları kurumuş, odaya yumuşak bir çiçek kokusu yayılmaya başlamıştı. Altından üstünden soğuk giren pencereye doğru yanaştı. Sigara dumanı grisi perde aralıktı. Hafifçe titriyordu pencere eşiğinden giren serin rüzgarda. 'Bahar geldi, havaların daha derdine bak' diye düşündü. Geçen hafta suyu kaybetmişti. Üç ay ödemezsen kaybedersin tabi. Doğalgaz gideli dört ayı geçmişti. Yalnızca elektrik. İnsan ilişkilerini sürdüren şey de elektrikti. Yazar burada cinas yapmak istemiş. Biz de sesimizi çıkarmayalım madem.

Pencerenin yanından ayrılıp apartman boşluğuna bakan arka odaya gitti. Üst kattaki çiftin 'gece eğlencesi' bütün apartman boşluğunda yankılanıyordu. Varsın duyulsun, bize ne diye düşünmekten kendini alamadı. Odanın ortasındaki kararmış karyolaya uzandı. Beton zemin üzerine gelişigüzel bırakılmış bir karyola, iki haftalık nevresim takımı, dört haftalık yastık. Bu odayı gerçek kılan şey iki ve ikinin katlarıydı. O da olmasa sekizinci katta yaşamak çekilir olmazdı ki. Üzerini örttü. Işığı kapatmasına gerek kalmamıştı, zaten uzun zamandır ampul dahi yoktu odada. En nefret ettiği şey yataktan kalkıp ışığı kapatmaktı. Yatak bir anda buz keserdi. Sırtı sıcak, yatak soğuk.

Üç dört saatlik akşamüzeri uykusundan uyanınca kendini doğruca mutfakta buldu. Belinden düşen, lastiksiz pijamalarını eliyle ikide bir yukarı çekiyordu. Kahvaltıda kuru ekmek ve çay vardı. Ekmeği taze kılmanın yolu elektrik sobasında ısıtmaktan geçiyordu. Çoraplarını kenara çekip ekmeklere yer yaptı soba üzerinde. İki dakika geçmeden ekmekler mis kesti. Şimdi çiçekle karışık ekmek kokusu sarmıştı bütün odayı. Rutubet kokusu da vardı, ama burnu öyle alışmıştı ki duymuyordu artık. Alışma duyarsızlaşma.

Odada köhneliğin provasını yapıyordu eşyalar. Vitrin, İkinci Dünya Savaşı Berlin sokakları gibi tozla örtülüydü. Tozla kaplı denemezdi, çoktandır cilalı meşeyi gördüğü yoktu. Koltuk desen kendine hayrı yoktu, oturunca yayları batardı. Bu da yetmezmiş gibi garip bir koku sinmişti üzerine. Yaşanmışlık kokusu olmalıydı bu ya da pisliktendi, hangisi daha mantıklıydı çıkaramadı şimdi. Yerleri söylemişti zaten hikayenin başında. Halıfleks kaplı.

Hafifçe kahverengileşen ekmeği ve raftan soldan üçüncü bardağı aldı. Üç bardak vardı zaten. Üçüncü bardak kırık beyazlı, kahverengili, yakın arkadaşının Yunan adalarından getirdiği bir bardaktı. Ayrı bir yeri vardı bunun. Önemliydi. Eskiden kalmayı başaran nadir eşyalarındandı. Bardağı incelerken kulptaki çatlak gözüne ilişti. Üzerinde 'Greetings from Greece' tarzı bir yazı vardı. Ne yazarsa yazsın arkadaşı almıştı onu. Önemli olmalıydı. Bardak elinde hokkabazlık yaparken elinden kaydı hafifçe. Tam parmağıyla kavrayacaktı ki kulpundan ayrıldı gövdesi. Kulpun bir kısmı elinde kaldı. Bardak yerde paramparça.

İroni ya, hayat gibi, bardağın kulpu da elindeydi artık. İşte şimdi başı göğe ermişti.