18 Nisan 2012 Çarşamba

siluetler


Bir yaş düştü aynaya. Gölge kalktı aynadan, dans etmeye başladı duvarda. Ruhsuz bir danstı bu, bir şeyin biterken damakta bıraktığı buruk bir tat gibiydi. Her defasında bitip de yeniden başlayan Cafe Cubana şarkıları misali. İspanyolcanın büyüsü. Melodilerin hafifletici tınıları. Zihinde uyanan tahayyüller.

Yaşı aynadan kaldırma sırası geldi şimdi, parmak ucuyla tuttu tuzlu gözlerini aynanın. Eline can havliyle sarıldı aynadaki silueti. Bir yürek kavgasıdır gitti geldi aynadaki ile arasında. Dudakları yarı açıktı. Sevdalanmaktan kaçıncı kez korkan zihni kendini kenara çekmişti çoktan. Ne de olsa hayat 'emretmişti' bunu. Hayat hep emrederdi zaten. Bir de sorsa ya. 'Başkalarını kendi mutsuzluğuma mahkum edemem' diye iç geçirdi. 'Hem benden sonra en fazla 2 günü olacak. Gerisi sıradan yaşam.' diye düşünürken buldu kendini. Sahiden bu düşünceler ne kadar hızlı geçerdi beyninden. Kalbinden mi demeliydi, bilemiyordu.

Biraz sonra rutubet kokulu salonun karanlık ucundaki masa üzerindeki bir nesneye takıldı gözleri. Kitap olduğunu seçemeyecek denli karanlıktı. Ayağa kalktı acele etmeden. Masaya yanaştı. Çok kez okuduğu kitabı hatırladı. Gülümseme vardı yüzünde. Acı değildi bu gülümseme, tatlı bir içki kokteylinin ağızda bıraktığı tadı anımsattı ona. Masadaki kitaba uzandı. 'Muz Sesleri.' Kitabı aldı masadan. Sekizinci ya da dokuzuncu sefer sayfalarını çeviriyordu. En sevdiği bölüme gelene kadar altını çizmekten çekinmediği dikkat çekici söz öbeklerine göz gezdirdi. Bunu bir zorunluluktan çıkarıp adeta zevk alarak yaptı. İçi rahattı ne de olsa. Başkasına sebep olmanın ne anlama geleceğini bilecek kadar aklı başındaydı. Bunu ortalama zekaya sahip bir insan nesli anlardı.

Yüzküsurkaçıncı sayfayı çevirirken kağıdın köşesi parmağını kesti. Kağıt kesiği. Kan, ince bir sızı. Aynı hafta, aynı parmakta açılan üçüncü kağıt kesiği. Sekizinci, üçüncü, beşinci, 2 gün, yüzküsuruncu. Sayılar, kalbur-üstü rakamlar. Bu sayı sayma alışkanlığı nereden geliyordu? Her şeyin çetelesini tutuyormuş hissine kapıldı bir an. Vakit kaybetmeden kitaba bıraktı kendini. Sayfanın aşağısında sevdiği kısım gözüne çarptı. Tek bir sözcükten tanıdı burayı. 'Paramparça.' Sonra kumda eşelenen kedi özeniyle şu bölümü okudu kendine seslice:

''Aslında paramparça. cam kırığı dolu içi. Bazen kaleydeskop gibi görünmesi ondan. Bak bak, doyama. Ama o renkli resimleri yaratan, birbirine çarpa çarpa, canları yana yana bölünen cam kırıkları. Her kırılmada o da kanar. Kanayan bir kaleydeskop aslına bakarsan. Çünkü ne zaman cam parçaları çarpsa birbirine, canı sıyrılır onun da.''